Trodos kuşağında, oldukça yüksek bir dağ köyüdür Lefkara…
Kış soğuğu tir tir titretir, Aralık rüzgârı jilet gibidir…
1963 yılının son günleri…
Köyün Türk kesiminin merkezinde yer alan babamın kahvehanesinde, kocaman odun sobası gürül gürül yanmaktadır…
Köyün erkekleri büyük bir tedirginlik içinde aralarında “fısıltı” ile konuşuyorlar…
Birileri “fasariya” diyor, bir başkası “garışıklık” diye anlatıyor…
Karşı köşede, birkaç ay önce aldığımız, siyah beyaz televizyonda Rumca “haberler”i dinliyorlar…
11 yaşındaki halimle, gözlerindeki “tedirginliği” ama daha da kötüsü “korku”yu görebiliyorum…
Evimiz; köyün üst kısımlarında, Türk mahallesinin bitip, Rum evlerinin başladığı sokakta…
Babam, geceleri orada kalmayı güvenli bulmuyor… Aşağıda, Türk mahallesinde dedemin evine taşınıyoruz…
Dayımlar, teyzemler, onların çocukları; hepsi orada…
Ve “göçmenlik” yaşamım, dedemin dört direkli namsiyeli kocaman karyolasında başlıyor…
Dedemin yatağında beş-altı “torun”la birlikte yatıyoruz… Ayaklarımız birbirine karışıyor… Dedem, pijamasının içine girmiş çocuk ayaklarını yakalamaya çalışıyor. Hızla çekiyorum ayaklarımı ve pijama yırtılıyor… Dedem, pijamasını kim yırttı diye bağırıp çağırıyor ama, yorganın altına sinerek ses çıkarmıyorum…
Beynime yerleşmiş “Rum korkusu” bana yeter, bir de “dede korkusu” taşıyamam…
“Çatışmalar” nedeniyle köyümüzün otobüsleri köy dışına çıkamıyor…
Köye kapanıp kalıyoruz. Herkes sanki birbirine sarılmak, birbirinin yanından ayrılmamak gibi davranışlarla “korku”yu ortaklaştırıyor… Küçücük beynimde bu “toplu davranış”ın yarattığı sinerjiye yer açıyorum…
Köyde ekmek sıkıntısı baş gösteriyor. Babam beni Rum fırınına ekmek almaya gönderiyor. Rum fırıncı bana o gün ekmek veriyor ama bir daha oraya gitmememi, Türklere ekmek satışının yasaklandığını söylüyor.
Köyün ileri gelenleri, arka taraflardan, dağları aşarak, yakınımızda olan Türk köyü Köfünye’ye (Geçitkale) ulaşarak köye birkaç torba un getirmeyi başarıyorlar. Ancak tabii ki sürdürülebilir bir durum değil bu…
Derken, Rum muhtar köyde söz sahibi olan üç kişilik bir temsilci heyetini “görüşmek” üzere yukarıya, Rum kesimine çağırıyor…
Görüşmeler uzadıkça uzuyor… Türk heyetinin üyeleri gelmeyince, halk sokakta hep beraber beklemeye başlıyor. Korku ve tedirginlik müthiş bir “biz”e dönüşüp sokakları dolduruyor.
Bohani adındaki Rum muhtar, insiyatifi elinde tutan, köyün lideri konumundaki Turgut Sami’ye (Sunalp) “TMT’yi biliyoruz. Köydeki sorumlunun sen olduğunu ve silahlarınızın olduğunu da biliyoruz. Hepsini yarına kadar teslim edeceksiniz” diyor…
1963 yılı sona ermiş, 1964 yılına adım atmıştık. Akşam; dünyanın kim bilir nerelerinde havai fişekli kutlamalar yapılıyordu… Ama bizim köyde kimse bunun farkına varacak durumda değildi.
1964 yılının ilk gününün akşamında, gece yarısına doğru, sığındığımız evin balkonundan aşağıya baktığımda, sokağın içinde onlarca eşek gördüm… Hepsinin üzerinde yorganlar, battaniyeler vardı…
Köyü derhal ve gizlice terk etmemize karar verilmişti. Rumlar bunun farkına varmadan, kadın ve çocuklar, liseli beş-altı gencin refakatinde arka taraflardan kaçarak Köfünye’ye gidecekti… Köyün erkekleri ise av tüfekleri ile köyde kalacaktı…
Ve zifiri karanlıkta “göç” yolculuğumuz başladı… Eşek katarına yaşlılar bindirildi… Biz çocuklar, güle oynaya, keyifle ve koşarak dağları aşıyor, pınarlarda su içiyor, derelerden geçerken birbirimizle sulu şakalar yapıyorduk…
Köy mezarlığının yanından başlamıştık yürümeye… Mutovikli’yi aştık, dere yatağına Meledio’ya ulaştık. Kannura’da pınar suyu içtik, yükseldik Mesamutti dağına tırmandık, sonra aşağılara indik. Tekrar yükselişe geçtik. Şirocefalo dağına tırmandık. Sirkat’ın yanından Delicibo köyünün kenarından Simoni’ye ulaştık. Artık Köfünye topraklarına girmiştik. Burası ünlü bir manastırdı ve orada papazlar vardı. Uzağından dikkatle ve sessizce geçtik. Beramutti’nin alt taraflarından Köfünye’ye giriş yaptık…
Köylüler toplanmış, bizi bekliyorlardı… Tanıdığı ya da akrabası olanlar hemen onların evlerine yerleştiler. Sinema salonu da etraftan başka köylerden Köfünye’ye sığınan göçmenlerle dolmuştu.
Biz; bir tanıdığımızın mandrasına (ağıl) yerleştik. Koyunların sağıldığı kerpiç oda yeni hayatımızın ilk “yuva”sı olmuştu. Yıllar sonra Kızılay “prefabrik” evler inşa etmiş ve göçmenleri oraya yerleştirmişlerdi…
Babam, kahveci önlüğü ile gelmişti Köfünye’ye… Önlüğün bir cebinde “kuruş”lar, öteki cebinde de “şilin”ler vardı…
“İşte” demişti bize… “Bütün servetimiz bu…”
Ancak hiç de şikâyetçi değildik. Nasıl olmasa birkaç gün sonra olaylar yatışacak ve tekrar köyümüze dönecektik…
Ancak bu, hiçbir zaman gerçekleşmedi… 1974’e kadar tam 11 yıl Köfünye’de yaşadı ailem…
Sonra 1967… Sonra 1974… Tekrar göç, tekrar göçmenlik…
Herhalde; 21 Aralık 1963’ü anlamadan, 20 Temmuz 1974’ü çözmek, tarihteki yerine oturtmak olası değildir…
21 Aralık olmasa, herhalde 20 Temmuz da olmazdı…
Kıbrıs’ın yakın tarihindeki bu iki “pik” ancak birlikte ele alındıklarında Kıbrıs gerçeği doğru tanımlanabilir…
Ama ne olursa olsun; bu zorluklar, bu göçler, bu korkular, bu vurmalar, kan dökmeler yaşandığı içindir ki “çözüm” ve “barış” diyoruz ve “illa ki” diyoruz…