48 yıl önceydi: Akın gazetesi ve Kemal Akıncı…

<p class="MsoNoSpacing"><span>

Abone Ol

 

“Beatles”ın kendi deyimleri ile “İsadan bile daha popüler olduğu” yıllardı…

Abdi Çavuşla Mecidiye Sokağının birleştiği yer; Londranın Piccadilly, New Yorkun “Times” meydanı kadar kocamandı çocuk gözlerimizde…

Mexico Citynin “Garibaldi”si, Parisin Şanzelizesi neyse, Abdi Çavuş da oydu daracık dünyamızda…

Devlet, bakan, meclis, hükümet, cumhurbaşkanı yoktu… “Sancakatar”ların, “Bayraktar”ların devriydi…

Karşıda; Nebil Nabi eczanesinin vitrininde, kendi ürettiği merhemler vardı…

Arka tarafta, gün yirmidört saat capcanlı, derme çatma bir hastane…

Kuruçeşmedeki evlerin kapılarında “Aile Evidir” yazılı uyarı levhaları kaldırılmamıştı henüz…

Gençler, Berkantın “Samanyolu” şarkısı ile dans ederlerdi o günlerde…

Cem Karaca, “Söyledi yooook… yooook…” diye bangır bangır bağırırdı…

Lefkoşa “enklav”ında tutsak olan gençliğimiz, Joan Baez ile “savaş karşıtlığı”nı anlamaya çalışırdı…

Ve Amerika Vietnama 8 milyon ton bomba yağdırmakla övünürdü…

Nazım Hikmetle yeni yeni tanışmaya başlamıştık… Kitapları, şiirleri yasaklıydı…   

Tamı tamına 48 yıl önceydi…

Omuzumda çantam ve gitarımla, Mecidiye Sokağındaki Akın gazetesinin yazıhanesine gitmiştim…

Şeneri “Öğrencinin Sesi” gazetesinden biliyordum… Gençler arasında müthiş bir popülerliği vardı; hem kendisinin, hem de gazetesinin…

Kemal Abi, “Akın”ı akşam gazetesi olarak yayımlıyordu o günlerde…

37 numaralı dükkânın girişi; camlı, tahta bir ara bölme ile ortadan ikiye ayrılmıştı… Bu bölmenin hemen arkasında o günler için matbaacılıkta “devrim” sayılabilecek bir “Linotype” dizgi makinesi vardı. Anımsadığım kadarı ile Kemal Abi bu makineyi borçla Rum tarafından almıştı. Daha önceleri gazete yazıları, tek tek harflerin yan yana elde dizilmesi ile hazırlanırdı. Bu kurşun harfler tahta kasalarda küçücük gözler içinde saklanırdı.

Linotype gelince, yazılar kurşun satırlar halinde dökülmeye başlandı. Üzerinde bir kurşun kazanı bulunan bu makineden satırların dökülmesini izlemek, müthiş keyif vericiydi…

Gazete yazıları, genellikle tek ya da çift sütuna dizilirdi… Kurşundan satırlar, bu makineden “çapaklı” olarak çıkardı… Rahmetli Toğalın (Baytaroğlu) işi; elinde eye ile bu kurşun satırları düzeltmekti…

Arifi, Ziyayı, Tahiri o günlerde tanımıştım… Müthiş bir “ortak emek”le yoğruluyordu gazete…

Ruhumuzu provoke eden bir “sinerji” oluşmuştu.. Tabii bu da Kemal Abiden kaynaklanıyordu…

Sessizliğin ağırlığını, sükunetin tadını ilk kez orada duyumsamıştım…

Baskı odasında asırlık bir baskı makinesi vardı… Çalışmaya başladığında gürültüsünden tüm bina sarsılırdı…

Mehmet Levent makinenin üzerine çıkar, gazete kağıdını eli ile iterek baskıya verirdi… Her bir gazete,

Mehmetin elinden çıkardı… İki elini, ahenkli biçimde bir müzik aletini çalar gibi tempoyla nasıl kullandığını hayranlıkla izlerdim…

Makinenin arka tarafında ise “mürekkep hazinesi”nin bulunduğu bölümde, elinde “spadula” ile Şener nöbet beklerdi…

Biri kağıdı verirdi, öteki ise mürekkebi… Her gün bir “sanat eseri” gibiydi Akın… Mizanpajıyla, başlıkları ve içeriğiyle… Yazılardaki harf karakterine bayılırdım… Şiirlere ne kadar da yakışırdı bu yeni karakter…

Baskı makinesinin bulunduğu odada, karşı duvarda kocaman bir yazı vardı…

“Akın var,

Güneşe akın…

Güneşi zaptedeceğiz,

Güneşin zaptı yakın…”

Şener bana, abisi Kemal Akıncıdan öğrendiği Nazımı anlatırdı… Bu ismi ilk kez Şenerden öğrenmiştim…

Uzun sohbetlerimizde o günlerde yasaklı olan Nazım Hikmetin şiirlerini okurdu bana…

Lefkoşada, hisar üstünde yürüyüşler yapardık… Rum tarafından kaçak olarak getirttiğimiz Nazımın şiiri kitaplarını gizlice ve heyecanla okurduk…

Abdi Çavuşun, Lalelinin, Mecidiye Sokağının üzerinde sanki bir “şiir bulutu” gezinirdi… Hep şiire sığınırdık, hep şiir konuşurduk…

Lefkoşanın en güzel kadını, topuklarını vura vura Mecidiyeden geçip giderken, hep birden kapıya yığılırdık…

“Aman Kemal Abi görmesin” diye de akla karayı seçerdik…

İsrailin, Mısırın Sina yarımadasını işgal ettiği günlerdi…

Harika Rumcası ve İngilizcesi ile Kemal Abi, haberleri yakından takip eder, en son gelişmeleri gazeteye yansıtırdı… “Bu sabah çıkan Rum gazeteleri ne diyor?” köşesi büyük ilgi görürdü…

Akşama doğru gazeteyi hazırlamış, en sonunda sıra manşete gelmişti…

Kemal Abi, panonun arkasından seslendi: “İsrail, Sina yarımadasına girdi”

İyi güzel de, tam altı tane “a” gerekiyor manşeti yazmak için… Tahta harflerin kasasına baktık, bizde en çok dört tane “a” var…

Başladık “manşet”le oynamaya… Kemal Abi söylüyor, biz söylüyoruz, bir türlü olmuyor… Dakikalarca uğraşmıştık o gün manşeti elimizdeki harflere uydurmak için…

Arkasından al sana “sımsıcacık bir ekmek” gibi dumanları tüten bir gazete…

Hem de aile boyu…

Ben bu gazetenin en çok da “Sanat Sayfası”nı beğenirdim… Şenerin, Kaya Çancanın, Fikret Demirağın şiirleri yayımlanırdı bu sayfada… Benim de birkaç şiirim yer almıştı…

O küçücük dünyamızda “Dünyanın gailesi” yüreğimizi dağlardı… Anımsıyorum, “Vietnamlı ana” diye uzun bir şiir yazmıştım… Ahmet Okan, bunu bir yarışmada okumuştu…

O günlerde Sönmezliler Ocağı, Şahin sinemasında bir şiir gecesi düzenlemişti… Ben de o geceye Şenerin bir şiiri ile katılmıştım…

Geceyi izleyenlerden biri, köydeki babama haber salmıştı… “Oğlun Komünist oldu, çaresine bak” diye… Epeyi azar işitmiştim…

Akın gazetesinde,  “yasaklı” şair Nazımdan o kadar etkilenmiştim ki, LTLde yeni bir öğrenci iken, şiir yarışmasına onun “Davet” şiiri ile katılmayı kafama takmıştım… “Dört nala gelip Uzak Asyadan” diye başlıyordu şiir… Tabii, sahte imza kullanmıştım ve jürideki edebiyat hocalarından hiçbiri şiirin Nazıma ait olduğunu anlamamıştı… Yoksa bakalım başıma ne işler gelirdi…

Evet… İlk mürekkep kokusu… İlk şiirler… İlk yazılar… Nazımla ilk buluşma… Hepsi Akınla başlamıştı…

Hepsinde Kemal Abinin emeği var, katkısı var, teşviği var, güzelliği var, anlayışı var…

Nurlar içinde yatsın…