Yıllar önceydi… Bir uluslararası toplantıda, öfkeli bir arkadaşımız; M. Ali Talat’ı, yerden yere vuran bir konuşma yapıyordu…
Hayretler içinde dinliyordum…
Konuşan kişi; zamanın Cumhurbaşkanı Talat ile aynı partidendi…
Yenilir yutulur şeyler söylemiyordu Talat hakkında…
Eleştirilerinde, üstelik ciddiyet ve tutarlık da yoktu…
Rahatsız olmuştum… Yüzümün kızardığını duyumsadım…
Salondaki yabancılar karşısında, “mahcup” olmuştum…
İleride oturan, ünlü bir Rum gazeteci dostum; önündeki peçeteyi aldı, kalemini çıkardı ve üzerine bir şeyler yazarak bana uzattı…
Şöyle yazmıştı: “I love Talat…”
Konuşmanın düzeyi o kadar “incitici”ydi ki, Rum gazeteci rahatsız olmuş, inadına Talat’ı savunmak zorunda kalmıştı…
Toplantıdan sonra, bu davranışının nedenini sordum…
Şöyle yanıtladı:
“Bütün bunları Talat’ın yüzüne neden söylemiyor? Neden Talat’ın olmadığı bir ortamda, onun adeta dedikodusunu yapıyor, çekiştiriyor?”
Rum gazeteciye göre; eleştirinin bir “ağırlığı” ve “kalitesi” olmalıydı…
Rum katılımcının önünde Türk’ün Türk’ü yerden yere vurması, Türk katılımcının önünde Rum’un Rum’u dövmesi kolaydı…
Oysa; yapılması gereken bunun tersi olmalıydı…
***
Geçtiğimiz günlerde, ara bölgedeki bir panelde bir Türk kadın sendikacının konuşmasını dinlediğimde de müthiş keyfim kaçmıştı…
Panelin konusu federasyondu ama; kadın sendikacı konuşmasında “zafiyetlerimizi listelemeye” ve Türkiye’ye hak etmediği ölçüde saldırmaya odaklanmıştı.
Bu satırların yazarı, Türkiye’ye “methiyeler” dizen, boşu boşuna şükran çeken ultra milliyetçilerden biri değildir…
Ama, körü körüne saldırganlığı, körü körüne ve dayanaksız suçlamayı, üstelik bunu çok vasat bir üslupla yapmayı marifet sayacak bir anlayışı reddeder…
Elbette; bu kadın sendikacının konuşmasında “cımbız”la çekip alınabilecek, doğru saptamalar da vardı…
Ama onlar bile; öfkenin, genellemenin, abartının, saldırganlığın girdabında kaybolup gittiler…
Gerçekten çok “özensiz” bir konuşmaydı…
Cenk Mutluyakalı, ne şiş yansın ne kebap kabilinden bu konuşmada “iyi şeyler” de bulabilmiş olabilir…
Hatta çoğu sosyal medya “solcusu” bu konuşmayı güzellemeler içinde kutsayabilir…
Ama ben bunu, yani kolaycılığı seçmeyeceğim…
Salt eleştiri dozu yüksektir diye “Yaşa var ol” demeyeceğim…
Sendikacılarımızın kullandıkları “dil”e dikkat etmeleri gerektiğini ısrarla savunacağım…
Türkiye’ye öfke kusmak, neredeyse bizde belirli bir kesimde “hovardalık” ölçüsünde değer buluyor…
Bu nedenle “hak ettiği eleştiriler” de davulcu gürültüsü gibi değersizleşiyor…
Ama bundan daha çok iç karartıcı olan; kadın sendikacının; kendimizi, toplumumuzu, mahallemizi anlatırken yakıştırdığı “sıfatlar”dı…
Çok genellemeler, kötülemeler, abartılar, şeytanlaştırmalar vardı…
Ve tüm bu çirkinliklerin hepsinden; Türkiye sorumluydu…
Tek hedef oydu…
Biz neredeyse “sütten çıkmış ak kaşık”tık…
Casinoları, kumarhaneleri Türkiye gelip dayatmıştı…
Anımsıyorum…
İlk “iki toplumlu temas”larda en güçlü sol jargonlardan biri de şuydu:
“Aslında bu işlerin tek sorumlusu emperyalizmdir. Sonra da kaynanalarımız… Türkiye ile Yunanistan… Bizi rahat bıraksalar, gül gibi geçinir gideriz…”
Yani Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler’in hiçbir suçu yok…
Öğretmenlerin, gazetecilerin, politikacıların, hiçbir günahı yok…
Tabii; bu talihsiz konuşma, salonun büyük çoğunluğu Kıbrıslı Türk olmadığı için, doğal olarak “müzevirlik” dozu ağır bir şikâyetnameydi…
Dedikodu kıvamında, kendi toplumunu aşağılayıcı, hiçleştirici, inkarcı, itibarsızlaştırıcı bir içeriğe sahipti…
Sanki “sendikacı” demek; her ortamda ileri geri konuşmak, ağzımı açarım vazifemi yaparım modunda olmaktır…
Bakınız; Türk-Sen Başkanı’na…
Bakınız; Basın-Sen Başkanı’na…
Bakınız; El-Sen Başkanı’na…
Biri; mahkemeyi tanımam, yok hükmündedir diyor; öteki “başınıza yıkarım” diyor…
Öteki “şişede durduğu gibi durmaz” laflarına muhatap olacak şirretlikler yapıyor…
Sonra da Zeki Çeler; özel sektöre “sendikalaşacaksınız” dediği zaman, tabii ki işyeri sahiplerinin ödleri kopuyor, toplum da sendikaları öcü gibi görmeye başlıyor…
Günümüzün en büyük dertlerinden biri; galiba bazı sendikaların kendilerini her türlü sorumluluktan “soyutlaması” ve her kötülüğün arkasında Türkiye’yi aramasıdır…
Bunu da o kadar acemice yapıyorlar ki; tüm topluma yönelik bir karşı tepkinin oluşmasına yol açıyorlar…
Karşı tarafta ise kendileri gibi; anlayışsız; genellemeci bir politik kültüre sahip olanlar, işte bu karşıtlıkların faturasını tüm topluma kesmeye yelteniyorlar…
Tabii, bizim sözümona “solcu” takımından bir grup, böylesi kaotik ortamlardan adeta keyif alıyor…
Sonuçta; kendi kendine zerre kadar saygı duymayan, kurumlarının yaptığı her işi aşağılayan, kimsenin kişiliğine değer vermeyen, herkesin itibarını beş paralık etmeye meyilli yeni bir “kültür” oluşturmaya çalışıyorlar…
Bu kültürden beslenen sendikacı da, kürsüde aslan kesiliyor, tüm değerleri “hallaç pamuğu gibi savurmayı” marifet sanıyor…
Arkasından tabii, bir de “kürsüde köpüren” sendikacıya sahip çıkmaya yönelik “sosyal medya güzellemeleri” başlıyor…
Hatta ben, artık bu konuda bazı gazetelerimizin “manşet”lerini, bir gün önceden atıyorum ve kelimesi kelimesine bunu tutturuyorum…
Bu konuda o kadar başarılı olduk ki, artık buraya gelen TC’li politikacılar “Burada Türkiye düşmanları var” dediğinde, “Onlar bizi temsil etmez” açıklamasında bulunmak zorunda kalıyoruz…
Düşman sözcüğü çok itici ve kullanılmaması gerekiyor ama; sergilenen birçok tavır, duruş, söylem, öfke bize böylesine yakıştırmalara yol açıyor…
Kısacası; saldırgan, suçlayıcı, genellemeci, itibarsızlaştırıcı, inkârcı söylemlerle bir yere varamayız, sadece birbirimizi yer bitiririz.
Üzerine titrememiz gereken şey; toplumun toplam kalitesi, sendikanın ve sendikacının “grado”sudur…
Olur olmaz ortamlarda ağzımıza geleni söylemek, “toplumsal” varlığımızı inkar etmekle eş anlamlıdır…