Anlaşmanın zeminini oluşturabilecek olgular bellidir ama…
Olası bir çözümün kabul edilmesini sağlayacak iki ortak nokta her iki taraf nezdinde de partiler üstü bir şekilde oluştuğu görüşündeyim.
Birincisi, iki toplum da AB üst kimliğini benimsedi. Hedeflenen “Kıbrıslılık” üst kimliğini değil. AB’nin ve “Avrupalı” olmanın çekim gücü iki toplum üzerinde de güçlü ve birleştiricidir.
İkincisi, iki toplum da günden güne kötüleşerek devam eden alım gücü gerilemesi yaşıyor. Göreceli olarak arada ciddi farklılık olsa da her iki kesim de ekonomik potansiyelini kullanamıyor. Her iki kesimde de göreceli olarak refah artışına ihtiyaç var.
Bu iki olgu bugüne kadar bütünlüklü bir çözümü sağlayacak, onun önündeki güvenlikle ilgili kaygı engellerini giderecek güçte olmadı. BM kararları çerçevesinde yıllarca yürütülen süreç bir gerçektir ama acı hakikat de budur.
Gerçek ile hakikat arasındaki bu fark bütünlüklü çözüm sürecini kilitlemiştir. Yıllardır tilkinin kuyruğu gibi konunun ne uzayıp ne de kısalmamasının sebebi budur. Terazinin güvenlik kaygıları ile ilgili kefesi hep ağır basmıştır.
Test edilmesi gereken, iki toplumun arasında oluşan bu iki ortak olgunun (AB aidiyeti ve refah artışına olan ihtiyaç) kaygıları bir tarafa bırakıp günlük hayatı iyileştirecek tedbirlerin ele alındığı bir alışverişi gerçekleştirebilecek güçte olup olmadığıdır. BM’nin de çabası bu yöndedir.
Türkiye’nin genel durumunu ve buna uyumlu olarak seçim sonrası batıya yönelik söylemlerindeki yumuşamayı da dikkate alarak Kıbrıs’ta ara çözüm sürecinin başlamasına sıcak bakabileceğini söylemek bir iki yıl öncesine kıyasla daha mümkündür.
Diplomasi bir noktaya kadar tabiri caizse ördek yürüyüşü gibi görmeyen ve duymayanların da görüp duyacağı şekilde icra edilen bir iş alanı değildir. Bizimkisi tamamen iş hayatı tecrübesine ve mantığa dayalı bir okuma ve tahmin.
Eylül ayında BM genel kurul toplantıları ile başlatılmaya çalışılan sürecin sonucunda, umut edilen akıllı gerçekçi bir yöntem ile Kıbrıs Türkü’nün tanınmamışlıktan doğan sorunlarının halledilebileceği dünyaya entegre olmayı elde etmesidir. Tanınmayı getirmez ama tanınmamış olmanın, halkın üzerine getirdiği sıkıntıların tümünü ortadan kaldıracak zemini sağlamaktır.
Tabii elimizdeki en büyük koz olan Maraş’ta vakıf malları iddiamızdan geri adım atmak ve sahiplerine kademeli bir süreç sonucunda iade etme şartı ile.
Rum tarafı da elinin inceldiğinin farkında bizden devleti paylaşmadan alabileceği tek şeyin Maraş’ın sahiplerine iadesi ve sınır düzenlemesi olduğundan başka bir şey olmadığını bilmektedir.
Bu yeni süreci Birleşmiş Milletler geçmiş kararlarındaki nihai hedefine bağlı kalarak, kademeli çözüm süreci (“incremental solution process”) diye adını koyup, çözüm odağının nereye kaydığını diplomatik bir manevra ile güncelleyebilir. Bir öncekinin adı bilindiği üzere bütünlüklü (“wholistic”) çözümdü.
Konuyu hemen Maraş’a getirmeden her iki kesimde de günlük hayatı olumlu yönde etkileyecek adımlarla bu ara çözüm sürecine geçişi pekiştirmek çok daha akılcı bir yaklaşım olur. BM yapılan sayısız görüşmeleri baz alarak ortak noktaları ve önceliklendirmeyi fazla da uzatmadan ortaya çıkartabilir.
Bu yeni sürecin ana teması sana faydası olmayanı verip, karşılığında sana ekonomik değer katacakları alarak ilerlemektir. Sanırım ara ara Kıbrıs ile ilgili olan yabancı tarafların “yeni şeyler konuşmak” diye dillendirdikleri de budur.
Her iki taraf için de fikren acı ama onurlu çıkış yolu bu ana tema olabilir.
Bize tanınacak siyasi tanınmadan yoksun ama diğer taraftan da ambargoların kaldırıldığı özel statü ile “AB çatısı” altında ve ekonomik kazanımların artırılmasına dayalı olguların oluşturduğu farklı bir evreye geçip kalıcı barış inşa edilebilir.
Bu ihtimalin de olmadığı durumda ne zaman olacağı ve her iki taraf için ne götürüp ne getireceği belli olmayan kontrol dışı bir “oldu-bitti” beklentisini kollamaktan başka bir yol kalmamıştır. Diğer alternatif de ne yazık ki budur.