Benim de bir 15 Kasım’ım var…
Yaşamımda derin izler bırakmış bir “15 Kasım”…
İlk gençlik yıllarımın duygu dünyasını “tarumar” etmiş bir “15 Kasım”…
Beni, ailemi, akrabalarımı, köylülerimi “derinden” yaralayan 1967 yılının “15 Kasım”ı anlatılması güç bir felaketti…
Ailem; Güney’de, Lefkoşa-Limasol anayolunun tam da ortalarında yer alan Köfünye’de (Geçitkale) yaşıyordu…
Geçitkale’ye, 2 Ocak 1964’te Lefkara’dan göç etmiştik. Dört yüzü aşkın köylü; sekiz-on saatlik maceralı bir yürüyüşle, sarp dağları aşarak Lefkara’dan oraya göç ettiğimizde, henüz ilkokulu bile bitirmemiştim…
Kızılay’ın göçmenler için inşa ettiği “Prefabrik” evlerde yaşıyorduk…
Dört köyden oluşan bir “getto”nun merkezi olan Köfünye’nin, hemen güney batısında karma bir köy olan Aytotro (Boğaziçi) yer alıyordu.
Aytotro’nun köy girişi; 1963 yılındaki toplumlararası çatışmalardan itibaren “mücahitler”in kontrolündeydi…
Sivil Rumlar, hatta Rum polisler silahsız ve üniformasız olarak bu yolu kullanarak köyün Rum mahallesine geçebiliyorlardı.
Bu durum 1967 Kasımı’na kadar böyle sürdü…
15 Kasım 1967’de, Rum Milli Muhafız ordusu askeri araçlarla bu yolu kullanmak istedi ve Türk barikatını yıkmak için saldırdı.
5000 dolayında Rum-Yunan askeri, başlarında General Grivas olduğu halde, Köfünye ve Aytotro’nun etrafını sardı, günlerce yığınak yaptıktan sonra her iki köyü “işgal” etti ve sivil halkı da esir aldı. Grivas, bölgedeki dağlarda “yörük”lerden oluşan bir profesyonel ordu olduğunu sanıyordu…
Oysa köyün etrafındaki mevzilerde çocuk yaşta köylü “mücahit”lerden başkası yoktu…
Zaten toplam mücahit sayısı da 313 idi. Geçitkale ve Boğaziçi’nde yer alan saldırılarda, çoğu sivil yakından tanıdığım toplam 24 kişi, şehit olmuştu…
O günlerde bölgenin Türkiyeli Komutanı’nın Yardımcısı olan İsmail Bozkurt, Türk barikatının “kapatılması” ile ilgili olarak Larnaka Sancağı’ndan gelen “emir”leri, bir felakete yol açmamak için uygulamadığını, “Zirköy’den Mermertepe’ye” adlı kitabında detaylı biçimde anlatıyor. (Sayfa 528) Bozkurt; 15 Kasım 1967 günü Köfünye’de Mücahit Karargâhı’nda Türkiyeli Komutan Deniz Bey’in telsiz başında beklediğini, TC Lefkoşa Büyükelçiliği’nden Candemir Önhon ile Ünal Ünsal’ın da yanında olduğunu, Deniz Bey’in, “Ne yapalım?” anlamında Candemir Önhon’un yüzüne baktığını ve Önhon’un “evet” anlamında başını sallaması üzerine “ateş” emri verildiğini anlatıyor… Bozkurt ayrıca bu “ateş” emrinin verilmesi ile “kıyamet koptuğunu” Beştulum Vadisi’nin cehenneme döndüğünü, ateş çemberinin her iki köyü sardığını; olayların içinde yer almış biri olarak bu kitabında etraflıca anlatıyor…
Geçitkale-Boğaziçi olayları, yakın tarihimizin önemli bir “dönüm noktası”dır… Türkiye’nin ültimatomu nedeniyle Yunanlı askerler ve Grivas Yunanistan’a dönmek zorunda kalmıştı. Rum idaresi yollardaki barikatları kaldırmış, iki toplum arasında gerginlik azalmış, bir “yumuşama” dönemine girilmişti. Arkasından Türk-Rum tarafları arasında görüşmeler başlamıştı.
Geçitkale gettosu yıllarca bölgede adeta bir “çıban başı” gibiydi… Bölgeyi, Türkiye’den gönderilen komutanlar yönetiyordu ve bazıları “kontrolsüz bir güç” sergiliyordu…
15 Kasım çatışmalarının hemen öncesinde bölgede Komutanlık yapan “Çetin” kod adlı TC’li subay, bölgenin altını üstüne getirmiş, adeta bir “korku imparatorluğu” kurmuştu… Sürekli gerginlik yaratıyor, bölge halkını riske atıyordu. Onun yarattığı gerginlik yüzünden; Rumlar masum insanları tutuklamaya, rehin almaya, cezalandırmaya başlamıştı… Eylül 1967’ye kadar görevde kalan bu Komutan’ın döneminde bölge adeta bir “cehennem”e dönmüştü. Bubi tuzakları, yol kesmeler, alıkoymalar yaşanıyordu… Köylüler bu Komutana “Deli Çetin” diyordu… Geçitkale olaylarından tam bir yıl önce 15 Kasım 1966’da, bölgeye gelen ilk Türkiyeli Komutan Günay Bey, Geçitkale’deki “Ağalık” düzenini yıkmaya çalışırken, örgütlü bir cinayete kurban gitmişti. Komutan’ın öldürülmesi üzerine Larnaka Sancaktarlığı çok sert önlemler almış, köyde çok ağır “Sıkıyönetim” koşulları uygulanmaya başlamış, insan avına çıkmıştı. Cinayetle ilişkili görülenlerin bir bölümünün akıbetleri bugün bile bilinmemektedir.
15 Kasım 1967’den üç dört yıl sonra, Köfünye köy sinemasında ben ve birkaç arkadaşım şehitler için bir “anma programı” düzenlemiştik. Salon tıklım tıklım doluydu… Senaryosunu benim yazdığım canlandırmalar yapmıştık… Evinde, Rumlar tarafından benzin yakılarak öldürülen Mehmedemin Dayı’nın katledilişini sahneye taşımış, ateş kullanarak çok etkili bir görsellik içinde şiir şöleni sunmuştuk. Geceye, Rauf Denktaş ile birlikte “Beşli Görüşmeler”deki TC Temsilcisi Prof. Orhan Aldıkaçtı da katılmıştı. Müthiş bir geceydi… Program bitince, tüm Protokol “Bebek Bar”da toplanmıştı. “U” düzeninde oturuyorlardı… Beni arattılar, “U” düzeninin tam açık ucuna tek başına bir sandalyeye oturttular… Sorguya çekilecek bir “sanık” gibiydim… Oysa bu harika geceyi düzenleyen, günlerce uğraşan biri olarak beni tebrik etmek için çağırdıklarını sanıyordum… Rauf Bey, “U”nun dibinde, ortalarda oturduğu yerden, kükreyerek bana şöyle seslendi: “Sen kim oluyorsun da, “Ülkücüler”in geceye gönderdiği mesajı okumuyorsun?” Bu; Rauf Bey’den yediğim ilk “fırça” olmuştu… Henüz 20 yaşında bir gençtim…