Kıbrıs’ta 1930’larda, “Türkiye sevgisi” anlatılmaz bir duygular yumağıydı…
Küçücük bir “cemaat” idik ve adada 1878’den beri “İngiliz işgali” sürüyordu.
Türkiye ile “gönül bağımız” tutkuyla bağlı olduğumuz ortak tarihimizden, kültür akrabalığımızdan besleniyor ve benliğimizi sımsıkı sarıyordu…
O yıllarda aramızda kayda değer bir “para” ilişkisi de yoktu…
“Sevgimiz” adeta “tek taraflı” bir aşka benziyordu…
Karşılıksız, erdemli, doludizgin sevdamızla bağlıydık Türkiye’ye, Anadolu’ya…
Bağımlı değildik ama gönüllü olarak bağlıydık…
Türkiye bizden çok “uzaktı…”
Şairlerimiz; hep kuzeye bakarak, özlem dolu şiirlerini, hasret kokan çığlıklarla okurlardı…
Hepimiz birer “İngiliz yurttaşı”ydık ama;
Hamidiye vapuru Mağusa limanına geldiğinde, insanımız hüngür hüngür ağlıyordu…
Türkiye’ye öğretmen kafilesi gittiğinde, Hüseyin Şenol gibi hocalarımız “Anavatana hasret” şiirleri ile kitleleri galeyana getiriyordu.
Sömürgeciye karşı başkaldırışlarımız oldu bizim…
“İngiliz’in adamı” ile “Türkiye’nin adamı” yarıştığında, bu Cemaat “Türkiye’nin adamı”nı seçti…
Necati Özkan, “altı ok” amblemiyle, CHP’nin ve İnönü’nün izinden giderken, Kıbrıslı Türkler ona şöyle sesleniyordu:
“Geç öne doğru yolu göster Necati…
Bağrımız yanıktır, su ver Necati…”
Öne geçenlerimiz oldu bizim… Doğru Yol’u gösterenlerimiz oldu…
Sevdalandığımız Ankara’dan “tokat” yiyenlerimiz oldu…
Cemaatten topluma evrildik ama “Jurnalcilikten” hiç vazgeçmedik…
Necati Özkan’ın atölyesini kundaklayan, gazetesinin kapanmasına neden olan, Türkiye’ye girişini yasaklayan “anlayış” hep dimdik karşımızda durdu, günümüze kadar…
“İngilizin adamı” olmak da; “Ankara’nın adamı” olmak da hep var oldu siyasetimizde…
Ama biz Türkiye’yi hep sevdik; inadına sevdik, inadına sarıldık…
Hele “Cumhuriyet”i, hele Atatürk’ün devrimlerini hep baştacı yaptık…
Tarihimizde bir “Dr. Küçük”ümüz oldu bizim…
1942’de yayımlamaya başladığı Halkın Sesi gazetesi ile İngiliz’e karşı cansiperane bir kavgaya girdi.
Sevgili Doktor; Türkiye’yi yönetenlere, Kıbrıslı Türkleri “kabul ettirmek” için yıllarca uğraştı. Ankara’da, İstanbul’da bir “randevucuk” koparmak için haftalarca Başbakan kapılarında bekledi.
Yakın tarihimizdeki bu Kıbrıslı Türk önderlerin bu yoğun çabaları olmasa Türkiye; “Bizim Kıbrıs sorunu diye bir meselemiz yoktur” noktasından; “Kıbrıs bizim canımız, feda olsun kanımız” noktasına asla gelemeyecekti.
Sonra, “karanlık yıllarımız” oldu bizim… Çaresiz kaldığımız, kendimizi “kimsesiz” hissettiğimiz zamanlarımız oldu…
Türkiye’yi hem “gizli” hem de “apaçık” çağrılarımızla davet ettik buralara…
Onlar da çıkıp geldiler…
Türkiye’ye çok ağır “fatura”lar ödettirdiğimiz zamanlar oldu, oturup marazlandık…
Bize gönderdiği her kuruşu “haram eden” politikacılar oldu, sineye çektik…
Bu “anavatan” sevgisini o kadar içselleştirdik ki; siyasetçilerimiz, uğradıkları aşağılanmaları gizlemeyi, “erdem” sandı… Bazıları ise, mezara götürdü kırgınlıklarını, incinmişliklerini…
Elbette bu ilişkilere yıllarca damgasını vuran, duyguları kirleten temel unsur “Para” oldu…
İşler o kadar sarpa sardı ki; parayı bir “silah” olarak alnımıza dayayan “otoriter” tavırlara muhatap olduk…
Bir küçücük “memurcuk” muamelesi gördük…
Kimimiz bunu aldı kabul etti, kimimiz de diklenmeden, dik durarak buna karşı çıktı…
Elbette bu süreçte Kıbrıslı Türkler “sütten çıkmış ak kaşık” olmadı hiçbir zaman…
Kamu yönetimi, bürokrasi ve politikacılar “TC-KKTC” ilişkilerini doğru bir zemine oturtmayı başaramadılar…
Bu “çarpıklığı” ilk gözlemleyen ve apaçık biçimde buna tavır koyan politikacı aslında Mustafa Akıncı’dır…
TKP Genel Başkanlığı sırasında hep “Bu ilişkileri karşılıklı saygı temeline oturtmazsak, ileride büyük sorunlar yaşayacağız” dedi. Hamaset söylemleri ile bu ilişkinin yürütülemeyeceğini anlattı. Bu ilişkileri yeniden “tanımlamayı” talep etti.
Ancak siyaset kurumumuz, özellikle sağ partiler buna yanaşmadı. Hamasetle yoğrulmuş şükrancı dalkavukluğu tercih ettiler.
İnanın; beni Sayın Bahçeli gibi çağdışı politikacıların söylediklerinden çok, Ersin Tatar’ın söyledikleri kahrediyor.
Başbakanı olduğu “devlet”in Cumhurbaşkanı’na yönelik, düşünce içermeyen bağnazca saldırıları, saygı sınırlarını aşan çıkışları sevimli kişiliğinin değerini azaltıyor.
Henüz dişe dokunur bir icraat yapmaması, Hatay senin, Anamur benim gezmesi, “devlet işini” sulandırsa da, asıl gailem UBP’nin geldiği “durak”tır…
Neymiş? BM Genel Sekreteri’nin çağrısına uyarak “Üçlü” gayrı resmi toplantıya katılacak olan Akıncı doğru yapmıyormuş…
Üstelik Sayın Cumhurbaşkanı için “halkı temsil etmiyor” gibi saçma sapan bir çıkışları da var…
Dillerini gerçekten bozdular.
UBP gerçekten, ülkücülerin kampında gezinen, onlar gibi kafa tokuşturan, bağnazlıkta sınır tanımayan bir “aşırılıklar” partisi olmaya mı karar verdi?
UBP; demokratik değerlere saygılı, çağdaş bir sağ parti olmayı, merkeze yaklaşmayı terk ederek, fanatik aşırılıklarla “hizip”leşen bir marjinalleşmeyi mi tercih ediyor?
UBP, Kıbrıs Türk toplumunun “standart”larına uygun bir siyasal parti olmayı terk ederek, “Anavatan dalkavukluğu”ndan başka içeriği olmayan sloganlarla mi siyaset yapacak?
Ne yazıktır ki UBP’nin “gradosu” Ersin Tatar ile büyük darbe aldı. Partinin “aklı başında” kadroları bu “akıntıya kapılan” liderlerine dur demelidir.
Sevgili Ersin Tatar, Akıncı’ya yönelik saldırılardan garip bir zevk alıyor olabilir. Ancak Kıbrıslı Türklere yönelik “hakaret”ler onu hiç mi ilgilendirmiyor?
Bu “şom ağızlılar”a UBP’nin verecek hiçbir yanıtı yok mu?
Tatar; Kıbrıslı Türk milliyetçisinin de “gurur”unun incinmekte olduğunu görmüyor mu?
Eminim ki bizim; parti bağnazı olmayan, siyasetten ve siyasetçiden nemalanmayan dürüst milliyetçilerimiz, bu kadar hakaretin içinde kendilerine düşen payın da olduğunun bilincindedir.