Gelecek Nisan ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin kampanyalar; hem çok erken başladı, hem tansiyon hızla yükseliyor, hem de önümüzdeki beş aylık sürecin çok “çetin” geçeceğine ilişkin belirtiler var…
“Çetin” derken, adaylar arasındaki yarışı kastetmiyorum…
Demokratik seçim atmosferinin karşı karşıya bulunduğu muhtemel risk ve tehlikelerden söz ediyorum.
Şu ana kadarki izlenimim odur ki; Cumhurbaşkanı Akıncı, diğer olası adaylardan çok daha fazla hazırlıklı, çok daha fazla kendinden emin ve çok daha fazla şanslı…
Diğer olası adaylar karşısında; devlet tecrübesi, donanımı, kıdemi ve halkla kurmayı başardığı iletişim nedeniyle yarışa neredeyse 1-0 önde başlıyor…
İşte tam da bu noktada, Türkiye değil ama Ankara’daki bazı siyasi çevreler, Akıncı’nın seçimi kaybetmesi için “çok yönlü” bir projeyi yürürlüğe koymuş bulunuyor.
1990 model karışmacılığın “ayak sesleri” duyulmaya başlandı bile…
Ankara’da ve Lefkoşa’da neler pişirildiğini görmemek, duyumsamamak için “ahmak” olmak gerekiyor…
Ancak, durum bu kez çok farklı…
Ankara’daki bazı politikacıların “işar”ı ile hareket edenler, Kıbrıslı Türkler’in “müdahale”lerden nefret ettiğini, 1990’da yaşananların toplumsal dokuda büyük yaralar açtığını görebilecek kalibreden yoksundurlar ve “Ankara’nın sözcüsü” gibi hareket ederek seçim kazanılabileceğini zannediyorlar…
Herşeyden önce; Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Ankara’nın şimdiki AKP hükümetinin bazı bakanlarından farklı şeyler söylemesini “Türkiye karşıtlığı” olarak etiketliyor ve bundan nemalanmaya çalışıyorlar…
Bu konuda hem sağdan, hem de soldan sesler yükseliyor…
Geleneksel sağ politikacıların “anavatancı” hamasetini ciddiye almıyorum ama sol siyasetten “Akıncı, Ankara ile iyi ilişkiler kuramadı” şeklinde yükselen ve ne yazık ki “biat” çağrışımları yapan çıkışlarını hiç de hayra yormuyorum…
Bu konuda 2. Cumhurbaşkanı Talat’ın, içini doldurmakta aciz kaldığı açıklamalarının “kişiselliği” beni acı acı düşündürüyor…
Aslında Sayın Akıncı, “Türkiye ile ilişkiler”in oturacağı zemin konusunda; geçenlerde yaptığı açıklamada, bugüne kadar hiçbir Cumhurbaşkanı’nın, hiçbir parti başkanının yapmadığı bir “açıklıkla” bu ilişkiyi bir kez daha yeniden tanımlamış ve hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde “duruşunu” ortaya koymuştu…
Keşke, tüm siyasetçilerimiz bu “ilişki”ye nasıl baktıklarını, bu kadar “net” biçimde ortaya koyabilseler…
Akıncı diyor ki; “KKTC olarak her aşamada Türkiye ile istişare içinde olduk, görüşlerimizi anlattık, görüşlerden istifade ettik. Bazı durumlarda insiyatif almamız gerektiğinde de bunu yapmaktan çekinmedik.”
Cumhurbaşkanlığı’na adaylığı hemen hemen kesinleşmiş olan ama henüz açıklanmayan Sayın Akıncı’nın, Türkiye ile ilişkilerdeki bu “duruşu” birkaç prensibe dayanıyor…
Birincisi; Türkiye ile istişare içinde bulunmak… Sanırım bu konuda hiçbir “aksama” yaşanmadı… Hatta Sayın Akıncı, Kıbrıs Türk tarafından kaynaklanan bir diyalog eksikliğinin söz konusu olmadığını da söyledi.
İkincisi; Kıbrıs Türk tarafının görüşlerini onlara anlatmak… Onların görüşlerinden de istifade etmek…
Üçüncüsü; insiyatif almak, gerektiğinde “tutuk” davranmamak ve bunu yapmaktan çekinmemek…
Hiç kuşkum yoktur ki, Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini yönetebilecek “akıl”ları vardır ve toplumumuzun kahir çoğunluğu yukarıda üç prensiple tanımlanmış bulunan bu “duruş”tan rahatsız olmaz.
Gene de Cumhurbaşkanı Akıncı, bu kadarla da yetinmiyor ve siyasetinin “parametrelerini” daha da açarak söylediklerinin içini dolduruyor.
Bir; “Türkiyeli yetkililerle her konuda aynı düşünmek mümkün olmadığı gibi zorunlu da değildir.”
İki; “Kendi görüşünü ve duyarlılıklarını ifade etmemeyi “iyi ilişkinin” reçetesi sayan siyaset anlayışını benimsemiyorum.
Üç; iyi bir ilişkinin ilk şartı eşit iletişim, dürüstlük ve açıklık olmalıdır.
Dört; uyum, ilkelerden sapmadan, farklı görüşlerin açıkça ifade edilerek senteze ulaşılmasıyla sağlanır.
Sayın Akıncı, neredeyse bir “manifesto” kıvamında “Türkiye-KKTC” ilişkilerinin kriterlerini apaçık biçimde ortaya koymuştur.
Bu ilişkilerde iyi geçinme adına, iyi ilişki adına, kendi görüşünü gizleyen, susan, hatta boynunu sallayan bir “anlayış”ı reddediyor…
Uyumun tarifini, senteze nasıl ulaşılacağının formülünü ortaya koyuyor.
Kişilikli bir “duruş” açısından eşit iletişimi, dürüstlüğü ve açıklığı şart koşan bir “lider duruşu” sergiliyor.
Kısacası; Türkiye ile ilişkiler konusunda aleyhindeki istismarcı “kara propaganda”ya karşı; ağırbaşlı, içerikli, prensiplere ve ilkelere dayalı bir “reçete” sunuyor…
Kıbrıslı Türk seçmen, ya bu “duruş”a onay verecek, nasıl bir Kıbrıslı Türk lider istediğini böylece ortaya koymuş olacak, ya da içinde boyun eğme, biat, evet efendim olan başka türlü bir “ilişki” istiyorsa bu özellikleri taşıyan adaylara yönelecek…
Bana göre; oturduğu “makam”ın ciddiyetini sulandıran, TC ile ilişkileri vıcıklaştıran, üstelik bunu milliyetçilik sanan bağnaz sağcılarla, TC ile ilişkilerde “ilkesizlik” sergileyen Talat gibi solcuların çabaları, Kıbrıslı Türklerin gerçek hissiyatını yansıtmıyor…
Bu yüzdendir ki, olası “müdahale”ler; bu kez daha derin yaralar açmaya, hem kendi aramızdaki, hem de TC ile mevcut ilişkileri torpillemeye adaydır.
Hem siyasetimizin, hem de medyamızın “karışmacılık”tan ve karışacak olanlara alet olmaktan uzak durmaları en büyük dileğimdir…