Fatoş'la Kitap Dünyası Fatoş'la Kitap Dünyası
Kanal T’de yaptığım “Sahici Sohbetler” yazılı basında HALKIN SESİ Gazetesi’nde devam ediyor.
Bugün konuğum Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) milletvekili Doğuş Derya0.. Günlük hayatımızda, nasıl sohbet ediyorsak, bugün söyleşimiz de öyle olacak.
Bugün, söyleşiye ruhunu şad ederek, Aşık Nesimi’nin “Kah çıkarım, gökyüzüne, seyrederim alemi. Kah, inerim yer yüzüne, seyreder, alem beni” sözleri ile başlayalım.
 
 
Ben, gökyüzüne yükselip, Adaya baktığımda, Türkiye’den bile dikkat çeken bir kadın siyasetçi görüyorum ve bu bağlamda, seninle çok gurur duyuyorum. “Muhalefetin güçlü sesi olarak, bunu nasıl başardın?" soruma, hemen ikinci sorum eşlik etsin. Siyaset, eşittir rekabet. Bunun bedelini ödüyor musun?
 
 
Ben siyaseti rekabet değil, sorumluluk alanı olarak görüyorum. İnsanların haklarını savunmak için, doğru bildiğim ne ise, kendime ne diyorsam, kürsüden de onları söylüyorum. Meclis Kürsüsü’nde olduğumda, söylediklerimi, birilerinin,  “kulağına hoş gelsin” diye şekillendirmiyorum. Sahiciyim yani. Sesi kısılanlara, görünmez kılınanlara, kendini ifade edemeyenlere dair taşıdığım bir sorumluluk hissi var. Hani Walter Benjamin’in, “Angelos Novus” üzerine yazdıklarında dediği gibi, Tarih Meleğinin yüzünde bir dehşet ifadesi vardır. Bu dehşet, sesi duyulmayanların yaşadığı şiddetin dile gelemeyen, sessizleştirilenlerin hikayesinin dehşetidir. Ezilenlerin çığlığı Tarih Meleğinin yüzüne yapışmıştır.
Bunu okuduğumda yüksek lisans  yapıyordum ve çok etkilenmiştim. Özellikle, geçmişinde savaş olan bir ülkenin çocuğu olarak ezilen halkları, kadınları, çocukları görünmez kılan bir düzende, adaletin sağlanabilmesi için mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Solcu bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm. Özgürlük ve eşitlik için uğraşmak mayama aileden katılmış...Belki bu yüzden, oy hesabına değil hakikate yaslanan bir siyaset tarzım var.  Hani demin Türkiye’de insanların dikkatini çektiğimi söyledin ya, bunun için, özel bir çabam yok.Hesapsız ve doğru durmak da yetebiliyormuş demek.
İçinde bulunduğumuz sosyal medya döneminde, siyaset, görüntüye, algı ve yüzeyselliğe doğru çekiliyor. Süreçleri değil, görüntüyü yönetmek isteyen bir vaziyet var. Seçmenler, siyasi özneler değil, manipüle edilen birer nesneye dönüştürülmeye çalışılıyor. Hakikat, yerinden ediliyor. Tam da bu nedenle, doğruyu söyleyenlere çok ihtiyacımız var.  Nesneleştirilmeye çalışılan bizlerin, yani yurttaşların, siyaseti belirleyen özneler olduğumuzun, farkına varmalıyız.
Tüm çabam, seçmenin nesne değil,  kendi hayatıyla ilgili karar alabilecek özneler olduğunu hatırlatmak içindir. Elbette, bunu yapmanın da bedelleri var. Çünkü, bu Post Hakikat  Dönemi’nde, siyasetin algı şekillendirmek olduğunu, hakikati haykıranların, öfke, nefret ya da Troller aracılığıyla, saldırı nesnesi olduğunu sadece görmüyor, sürecin içinde olan insanlar olarak bire bir yaşıyoruz.
Benim için, bu bedeli ödemekte,  hiçbir  mahsur yok.  Çünkü, gece yastığa başımı koyduğumda, vicdanlımla olan muhasebemde, doğruyu yapmanın getirdiği derin bir huzur var.
 
 
“Post Hakikat Dönemi”  dedin ve bedel ödemeye de razı oldun. Yine yukarıdan, aşağıya bakınca, mevcut siyasi figürleri nasıl değerlendiriyorsun?
 
Dünya, uzunca bir süredir maalesef otokrasi dalgası altında 1990 sonrasında, soğuk savaşın sona ermesi neticesinde, dünya haritasının, biraz da askeri güvenlik şirketleri tarafından şekillendirildiğini düşünüyorum. Bugün, enerji şirketlerinin ve onlarla bağlantılı çalışan askeri güvenlik şirketlerinin,  Dünya  hartasını yırtıp, yeniden diktiği bir yere doğru gidiyoruz.Suriye, Afganistan, Gazze, Ukrayna ve daha bir çok yerde çatışma sürüyor. Küreselleşme ile birlikte, nüfus ve mülteci akışının olduğu yerlerde, Dünyanın dengesi ortadan kalktığı için otokratik liderler dönemini yaşıyoruz. Otokrasi,  bildiğimiz anlamda, demokrasinin,  buldozerle üzerinden geçildiği bir yönetim biçimi.. Otokrasi ile askeri diktatörlük arasındaki farkı iyi anlamak gerekir. Eskiden,  otoriter rejimler, askeri darbelerle gelirlerdi ve onun üzerinden sıkı yönetim ilan edilirdi. Şimdi ise seçimlerle geliyor ve dar bir grubun çıkarlarına hizmet ediyor. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki kuvveler ayrılığını, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırıyor, yasamayı oy ticareti yapan bir aygıta dönüştürüyor, yürütmeyi dar bir çıkar grubunun oyuncağı yapıyor. Bu nedenle, rant, talan, yolsuzluk üzerinden şekillendirilen, bürokrasiyi liyakatsiz hale getiren bir sürecin içine girildi. Bu girdap içinde, ezilen insanların  sesi duyulmaz oldu. Ses  çıkaranın hapse atıldığı, marjinalize edildiği, ya da susmak zorunda bırakıldığı bir düzenekte, siyasal dengesizlik de ortaya çıktı. Buradan yola çıkarak, yukarıdan, siyasi figürlere baktığımızda; baskıcı liderliklerin ve onların maşası olarak göreve getirdikleri insanların oluşturduğu bir yapılanma içinde olduğumuzu, görmek zorundayız.
Halkların,  kendi kaderini tayin hakkının yerle yeksan eden, kamu kaynaklarının çarçur edildiği, sınıflar arası uçurumun çok derinleştirildiği, yani; Devletin kaynaklarının, belli ellerde toplanıp, insanların bilinçli olarak yoksullaştırıldığı bir sürecin içinden geçiyoruz. Çok adaletsiz bir ortamın içindeyiz. Siyasi figürlerin bir kısmı, bu adaletsiz ortamın içinde kendi pozisyonunu korumaya çalışan figürler. Bizim ülkemiz de bu süreçten nasibini aldı, almaya da devam ediyor.
 
Yukarıdan, aşağıya bakmaya devam edelim. Kıbrıslı Türklere, benim gibi bu adada yaşayıp, kendini bu adaya ait hissedenlere baktığında ne görüyorsun?
 
Ben bu ülkede yaşayıp, bu ülkeyi yurt bilen insanlar arasında etnik, dini, dinsel, cinsel ya da sınıfsal hiçbir ayrım yapmadım, yapmıyorum. Yurt sevgisi, bence her şeyden önce geliyor. Kendini bir  ülkeye ait hissetmek demek, “o ülkenin insanına, toprağına, taşına, kuşuna, böceğine sahip çıkmak” o ülkede yaşayabilmek için mücadele vermek demektir. Bu bağlamda,  Kıbrıs Türk Halkına ve bu ülkeyi yurt bilen insanlara baktığımda, şunları görüyorum:
"Yıllarca, bu adada var olmak için mücadele veren bir toplumun, kendi ülkesinde,  söz söyleme ve karar alma hakkının maalesef müdahalelerle gasp edildiğini ve bunun toplumumuza büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bizim için yurt olan Kıbrıs, kumarhane baronlarının, insan tacirlerinin, kara para aklayanların sofrasında meze yapılıyor".
 
 
Yine, yukarıdan baktığında, ülkedeki siyaseti ve siyasi figürleri nasıl görüyor ve değerlendiriyorsun? Bu değerlendirmede, öne çıkan kaygılarını merak ediyorum.
 
Birinci endişem, Kıbrıs Türk Demokrasisi’nin uğradığı erozyonla ilgili. Çünkü, biz, siyasal farklılıklarımıza rağmen aynı sofrada yemek yemeyi, aynı masada oturup, kahve içmeyi, fikir tartışması yapmayı beceren bir demokrasinin çocukları iken, bugün toplumumuza dışarıdan bir kutuplaşma siyaseti dayatıldı. Ve 2020'de demokrasimize yapılan müdahalelerle aslında hükümette veya Cumhurbaşkanlığında kimin olacağı bizim tarafımızdan değil, Türkiye Hükümetinin tarafından belirlenmesi sürecine girdik.
Burada özellikle “Türkiye Hükümeti” diyorum. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türkiye şu anda yöneten hükümet aynı şey değildir. Bunu vurgulamak istiyorum. Ben halkaların kardeşliğine inanan bir insanım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, laik bir devlet olarak başka yerde duruyor, bugünkü Türkiye’yi yöneten hükümet benim için başka yerde duruyor. O yüzden, eleştirilerim, Türkiye Hükümetinin Kıbrıs Adasına, Kuzey Kıbrıs’a yönelik politikalarına dairdir.
Bir yandan, demokrasimiz erozyona uğrarken, diğer yandan, yurdumuzun topraklarının,  talan edildiğini görüyorum. Bu talan edilme içinde, inşaat sektörünün pervasızca her yeri betonlaştırmaya yönelik hamlelerinin ve bundan nemalanan hükümetin pratikleri de var.
Ayrıca yabancı iş gücü olarak getirilen ve sömürülen 41 çeşit farklı ülke vatandaşı, burayı bilmediği için, ayrıca sömürüye maruz kalanlar ile ilgili çok derin kaygılarım var. Hangi milletten geldiklerinin bir önemi yok! Nereli isterse olsun. Emekçi, emek sömürüsüne maruz kalıyorsa, her şeyden önce bu emek sömürüsünü ortadan kaldırmanın çok müthiş bir önemi var. Küresel iklim krizini, toprağın tuzlanmasını, su kaynaklarının ortadan kalkmasının konuşulması gereken bir dönemde,  gelecekte yaşayacağımız gıda krizini bile konuşamadan, sadece rant uğruna birkaç müteahhittin cebi dolacak diye yasa çıkaran bir hükümetle karşı karşıya olmaktan dolayı utanıyorum. Bunun beraberinde eğitim müfredatlarımıza yapılan müdahalelerle laik, modern bir toplum olan Kıbrıs Türk Toplumu’nun muhafazakarlaştırılmaya çalışılmasını, insan hak ve özgürlükleri hilafına otoriterleşen ve hakları budayan bir siyasetin izlemesine karşı çok ciddi itirazlarım var. Özellikle, kadın, çocuk, yaşlı ve engelli hakları söz konusu olduğu zaman kırmızı çizgilerim başlıyor. Düşünün ki; bu ülkede birilerine, 59 Milyon Euro haksız yere kaynak aktarılırken, yaşlılarımızın barınabileceği doğru düzgün bakım evleri yok. Engelli bakımının tamamen ailelerin omuzuna yüklenmesi, şiddete maruz kalan kadınların sığınacağı merkezlerin olmaması, devletin 0-3 yaş grubu çocuklar için tek bir kreşinin olmaması müthiş bir utançtır. Ben, eğer, bu ülkeye vergi veriyorsam bu ülkedeki Devlet de, yurttaşına bakım hizmetleri konusunda, kurumsal düzenleme yapmakla mükelleftir.   Asgari ücrete çalışan tek ebeveyn biri, çalışabilmek için, maaşının yarısını kreşe veriyor ve gerisi ile, elektrik,gıda ısınma ve diğer masraflarını karşılaması lazımsa… Bu insan haysiyetine yaraşır bir hayat değildir. Bu yüzden,UBP-DP-YDP hükümetinin şirketlere aktardığı  öz kaynaklarımızın, kamusal hizmetlere dönüştürmesi zorunluluğu vardır ve bunun için de mücadele etmek hepimizin görevidir. Ama bunun kaygısını taşıyan çok az milletvekili var. Hükümet mensuplarının, bu konuda hiçbir kaygılarının olmadığının altını çizmek isterim. Çünkü yaptıkları tüm icraatlar, belli dar sermaye çevrelerine kamusal kaynakların transfer edilmesi üzerinedir.  
 
 
Seçilmiş olanları da halk seçiyor, yurttaş seçiyor, gökten zembille inmiyorlar? Halkın uyanması için daha ne lazım?
 
Otokrasi sosyolojisinde; halkı sandığa küstürmek, seçime katılımı azaltmak bir seçim stratejisi olarak kullanılıyor.Seçmenin %30’unun katıldığı bir seçimde, o katılan seçmenin %50’sinin oyunu alarak, çok güçlü bir iktidarmış gibi hükümete gelenler, aslında, toplam seçmenin %15’ini alarak iktidar oluyorlar. Bu nedenle, adaletsizliği gören insanların sandığa gitmelerini sağlamak, muhalif partilerin birincil görevidir.
İkincisi de; ben toplumsal dönüşümlerin, halkalardan geldiğine inanıyorum. Halk gücünü örgütleyebilecek ve halkın önüne bir gelecek umudu koyabilecek, bir kapasite sunmamız gerekiyor. Sadece tespit yapmak, muhalefet yapmak değildir. Eleştirimiz konuların, çözüm önerileriyle birlikte ortaya konulması, öngörülebilir bir gelecek vizyonu koymak hem burada hem Türkiye’deki tüm muhaliflerin birincil yükümlülüğüdür. Ece Temelkuran’ın2023'teki Türkiye seçimlerinden sonra yazdığı bir yazısı vardı; “içe göçten” bahsediyordu. Bu yazıda birçok insan, yaşanan ağır faşizmden dolayı “artık, nasılsa sistem değişmeyecek, o yüzden ben bireysel kurtuluşumu sağlayayım, ruh sağlığımı koruyayım” diyerek, kendi içine kapandığını anlatılmıştı. Göç, sadece bir ülkeden, başka ülkeye göç etmek değildir. Kendi içimizde de göç ederiz. Ece Temelkuran, o dönemde, Türkiye’deki muhalefete, “bundan sonraki süreçte, bu liyakatsiz ortamda kendini atıl bırakılmış hisseden insanları, yeniden politik özne olmaya nasıl inandıracaksınız?” diye sormuş ve“bunun üzerine düşünün” demişti. Bunu çok önemli buluyorum. Ben insanların politik özne olduğunu ve bunu dönüştürebileceğine dair öz gücünü ele aldığı zaman çok fazla dönüşüm yaratabildiğine de şahit olmuş, bir toplumun evladıyım.  Bu toplum, özellikle Annan Planı döneminde,“hiç değişmez” denilen birçok şeyi değiştirip, Kıbrıslı Türklerin sesini birlik olduğu zaman dünyaya duyurmayı başardı. Hem Birleşmiş Milletler hem de Avrupa Birliği nezdinde bir sözümüz var kısmını ilk kez bu kadar belirgin şekilde söyleme şansı bulduk. Bundan sonraki süreçte de kendi haklarımız için birlikte mücadele etmezsek, kimse bize altın tepside bu hakları vermeyecek.