Depremin otoriter rejimle imtihanı…
Türkiye’de, 6 Şubat’ta yaşanan iki depremle “kederde, sevinçte, tasada ve kıvançta” ne kadar bir olduğumuzu derin bir acı içinde iliklerimize kadar duyumsadık…
İçimiz kan ağladı, yüreğimiz param parça oldu…
Türkiye ve Suriye’de her kaybedilen insan için kahrolduk, kurtarılan her bir can için sevindik…
Dünya da bizimle birlikte ağladı…
Hem de “Türkün dostu sadece Türktür” propagandasını yerle bir ederek…
Kıbrıslı Türklerin yakın tarihinde bunca savaşlar var; ölümler, kayıplar, şehitler var…
Ama bu “acı” en büyüğü… Tarifi yok, benzeri yok…
Hiç kuşkum yoktur ki, Türkiye bu “enkaz”ı kaldıracak… Bu harabe olmuş kentler, yeniden inşa edilecek…
Bizim de o enkazın altında can vermiş 50’ye yakın insanımız var…
Günlerce deprem ortamıyla, enkazla, çaresizliklerle, umut ve sevinçlerle, hayal kırıklıklarıyla an be an “iç içe” yaşadık…
Bu depremde; öncelikle dini, ırkı, milleti farklı insanlar arasındaki güçlü “dayanışma” duygusunu gözlemledik…
Müthiş bir “özveri” ile canla başla çalışan amatör ve profesyonel “kurtarma ekipleri”nin, sivil toplum kuruluşlarının gayretlerine şahit olduk…
Amasya’da otel enkazı altında kalan öğrenci, öğretmen ve velilerden oluşan kafilemizin kurtarılması için KKTC’den giden ekiplerin “performansı” bizi gururlandırdı.
Gereksiz ve işgüzar siyasetçilerin ve sözüm ona “gazeteci”lerin “bizim enkaz en iyi enkaz” gibi şarlatanlıkları dışında, ciddi bir insani “gayret” vardı…
Tüm operasyonlarda “particilik” yapan, ölenlerin fotoğraflarını, partisinin üyeleriymiş gibi parti logosu altına yerleştirip seçim afişi gibi poster hazırlayan, böylesi bir acıdan siyaseten nemalanmaya kalkan Erhan Arıklı’nın işgüzarlığına şahit olduk…
Ancak ondan da beter bir başka “siyasal figür” vardı ki, zihniyetiyle, açıklamalarıyla, engellemeleriyle tam bir “nefret iklimi” yarattı…
Tahsin Ertuğruloğlu, aslında bir “siyasi mefta” gibidir…
Ne partisinde, ne de halk nezdinden bir karşılığı vardır…
Seçimsiz, Ankara’nın tayiniyle oturduğu koltukta; bir insan için “ayıpların en büyüğü”ne imza atmıştır…
Rum tarafından depremzedeler için gelen insani yardımları engellemeye kalkışması, Kıbrıs Türk toplumunun “uygar” görünümüne vurulmuş bir darbedir…
Kendisi gibi “Rum düşmanlığı”ndan siyaseten medet uman Ersin Tatar da Pandemi sürecinde ilaçları ve aşıları reddetmeye kalkışmıştı…
Ne kadar ibret ve umut vericidir ki, bu “kafatasçı” zihniyetlere halkımız prim vermiyor ve bize yaşattıkları “utanç” dönüp dolaşıp üzerlerinde kalıyor…
Bu iki depremin bunca “yıkım”a ve bunca insan kaybına yol açmış olması, elbette büyük tartışmalara yol açacak…
Dünyanın en prestijli haber ajansları ısrarla soruyor:
-Neden bunca insan öldü, neden bu kadar çok bina yıkıldı?
Bu sorunun yanıtları içinde; imar planı eksikliklerinden tutun da, belediyelerin denetimsizliği, müteahhit hırsızlıklarından tutun da, resmi makamlara verilen rüşvetlere kadar bir yığın neden sıralanabilir…
Tabii en kötüsü; Türkiye’nin 1999 depremi gibi kendisine çok pahalıya mal olan felaketlerden ders çıkaramamasıdır…
Deprem uzmanlarının, kanaat önderlerinin, uzman kişilerin buluştuğu bir noktadır bu…
Deprem bölgelerinde yapılan araştırmaların raporları bir bir yayımlanıyor…
Özellikle “imar barışı” adı altında yüz binlerce kaçak binaya getirilen af konusuna dikkat çekiliyor…
Ne yazıktır ki Türkiye’de AKP döneminde “beton”un ve müteahhitlerin çok büyük prestiji olmuştur…
Bu yüzdendir ki, “deprem”le ilgili mevzuatta ve protokollerde yapılan değişiklikler bu “felaket”in bu kadar yok edici olmasına yol açmıştır…
Örneğin; Kızılay’ın fonksiyonları, gücü elinden alınmıştır. Eski Kızılay yöneticileri bu duruma ekranlarda isyan etmektedir.
Ordunun depremlerde daha ilk dakikadan devreye girememesi de buna eklenenince “insan kaybı” çok yüksek düzeye çıkmıştır.
Yine bu depremde, AKP siyasetçilerinin “kavgacı” ve küfürlü açıklamaları moral motivasyon açısından hiç de iyi olmamıştır…
Muhalif belediyelerin iş yapmasının engellenmesi ise bir başka skandaldır…
Doğal afet yönetiminde, AKP iktidarının “kaderci” bir yaklaşım sergilediği görülmektedir.
Deprem bölgelerinde OHAL ilan edilmesi, Tweeter’in yasaklanması, şimdi üniversitelerin tatile sokulması, hepsi de rejimin “korku”sunu yansıtıyor…
Bu deprem, “devlet”i enkaz altından çekip çıkarırken, sanırım en çok da “rejim”in suratını bizlere göstermiştir.
Otoriter rejimde, kimse “yukarıdan emir gelmeden” hareket edememiştir.
Orduda, resmi görevlerde “insiyatif kullanmak” en alt düzeyde seyretmiştir.
Depremin vurduğu 10 ilde henüz enkaz altında onbinlerce insanın bulunduğu söylenmektedir.
O bölgelerde salgın hastalık olasılığı vardır. Hijyen sorunu vardır. Yağmacı çetelerin silahlı soygun eylemleri vardır.
Tüm bu yaşananların elbette “rejim”in otoriter karakteri ile doğrudan bağlantısı inkar edilemez…
AKP’nin ve Ankara’daki siyasal statükonun; dinci, kaderci, buyurgan politikaları, bu depremle “yıkıma” uğramaktan kurtulamayacaktır.
Türkiye halkları, bunu fazlasıyla hak etmektedir…