Doğal bir “hak” kapıkulu “ulufe”sine dönüşürken…
Bir “Kültür Dairesi”nin kurulması için, bakan İsmail Bozkurt, büyük bir heyecan ve gayretle çalışıyordu…
Bu çerçevede, Ankara’daki bürokrasi ile “sıkı” bir işbirliğine girmiştik… Oraya “resmi” bir ziyaret yapmıştım…
Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nda, geniş bir salonda bir toplantı düzenlenmişti…
Sanatla, kültürle ilgili hemen tüm devlet kurumlarının yöneticileri “U” biçiminde oturmuş ve beni de “U”nun en başına yerleştirmişlerdi…
Kıbrıs’tan giden resmi görevli bir bürokrata bu kadar çok “ihtimam” doğrusu beni çok şaşırtmıştı…
Çantamda tam 22 tane “kültür” projesi ile gitmiştim…
Bakan İsmail Bozkurt’un öngörüleri ve hayalleri, benim en büyük güvencemdi…
Kıbrıslı Şair Kenzi’nin “Divan”ından tutun da, kütüphanelerimizin zenginleştirilmesine…
Girne’de İkon müzesi, Lefkoşa’da güzel sanatlar müzesi, Çayırova’da Lefkara müzesi projelerine kadar uzanan dosyaları önlerine açtım…
Beş ülkenin katılacağı halk dansları festivali, yayınevi kuruluşu, plastik sanatlarla, eski eserlerle ilgili bir yığın “ilk”i gerçekleştirecektik…
Büyük bir ilgi ve merakla anlattıklarımı dinledikten sonra benden epeyi yaşlı bir Genel Müdür, ayağa kalkarak “Hah şöyle…” dedi.
O kadar müdürün karşısında bir “pot” mu kırmıştım acaba? Bir hata mı yapmıştım?
Genel Müdür devam etti:
“İşte böyle be kardeşim… Şimdi oldu… Geliyorsunuz, bir şeyler talep ediyorsunuz, ver şu kadar para diyorsunuz ama ne projeniz var ne de talep ettiklerinizle ilgili doğru dürüst bir bütçe önerisi…”
İrkilmiştim tabii… Biraz da utanmıştım…
Söyledikleri ve toplantıdaki hemen tüm bürokratların hemfikir olduğu bir konu vardı:
Kıbrıslı Türkler, Türkiye’ye “bize para ver” diyorlar ama ne proje yapmayı biliyorlar ne de bu paraları doğru yerlere harcıyorlar… Üstelik bu konuda bir “disiplin” ve “mekanizma” oluşturulmasından da çok hoşlanmıyorlar…
TC’li bürokratlar bu konuda yerden göğe kadar haklıydılar… O güne kadar TC’nin verdiği yardımlarda “hesap kitap” diye bir ölçüt yoktu…
“Anavatan yavruvatan” hamaseti, herşeyi örtüyordu…
Aslında bir başka deyimle TC’den gelen yardımlar “bakkalın veresiye defteri”ndeki karmaşa gibiydi…
Adamlar, en azından “kültür sanat” konularında karşılarında maliyeti hesaplanmış “proje”ler görünce çok şaşırmışlardı…
Elbette; Türkiye bürokrasisinde de Kıbrıslı Türklerin taleplerini “anlayışla” karşılamayan bürokratlar da vardı…
Örneğin; 9 yıl süre ile Maliye Üyesi olarak görev yapmış olan Rüstem Tatar (Ersin Tatar’ın babası) her yıl mali konuları görüşmek için TC’ye gider, orada pazarlığa otururdu…
Bir defasında “yeni öğretmen evleri inşaatı” için para istediğinde, karşısındaki Dışişleri bürokratları “Anadolu’da bunca sıkıntı varken, oraya yapamadığımızı size mi yapalım?” diyerek karşı çıkınca çantasını toparlayarak “Ben bu şekilde devam edemem” diyerek toplantıyı terk etmişti. (Bizzat kendisinin bana anlatımından…)
Türkiye ile kurulan “para” ilişkisinde, 60’lı yıllardan beridir “sıkıntı”lar hiç eksik olmadı…
Ne yazıktır ki; bu konuda gelip geçmiş hükümetlerin, partilerin, politikacıların büyük günahları vardır…
Ancak şu da bir gerçektir ki; son yıllarda “para ilişkisi” bir miktar düzene girmiş, protokollere bağlanmıştı…
Pandemi öncesinde, özellikle “Dörtlü koalisyon” döneminde artık “cari bütçemiz” ciddi açıklar vermemeye başlamıştı… Hatta Pandemi döneminde bile 2 ay hariç bu ülkede ciddi biçimde vergiler toplanmış, bütçe beklentileri içinde kalınmıştır.
Geldiğimiz noktada rakamlar gösteriyor ki; KKTC’de “Kendi kendine yeten” bir kamu bütçesine sahip olmak mümkündür…
Ancak; UBP’nin böyle bir “politikası” hiç olmamıştır ve işin kolayına kaçmayı, “Türkiye versin ben dağıtayım” prensibi ile politika yapmayı marifet saymıştır…
Öyle olunca da, UBP; kağıttan bir kale gibi, 18 Ekim darbesinin ardından bir “püf” ile yer ile yeksan edilmiştir.
Ne yazıktır ki; sıfıra sıfır, elde var sıfır noktasındayız… Sözünü ettiğim 1980’li yıllara döndük…
Artık; vereceği her kuruşu, dilli düdükle dünyaya ilan eden AKP vardır…
Ve daha da kötüsü; “maskara” yerine konulmayı içselleştiren partiler ve particikler vardır…
Aylar önce “sıkıntı yok” diye açıklamalar ortada iken, ansızın “13. maaşı ödeyemiyoruz” diye çığlık koparılmakta, arkasından TC’den uçak gönderilerek üç parti başkanı Ankara’ya aldırılmaktadır.
Sonra da; TC’nin Başkan Yardımcısı, 2020 bütçesinde olan ve ödemesi zamanında yapılmayan miktar için bile “lütuf” söylemi içinde “13. maaş müjdesi” vermektedir…
“Projeler” sunarak, ciddi ölçütlerle yapılması gereken “katkı” bu biçimde “ulufe”ye dönüştürülmektedir…
Bunu ilk başlatan, TC’den parayı “çaresiz” sızlanmalarla temin ederek bu aşağılayıcı törenleri içine sindiren Ersin Tatar’dır.
En büyük günah onundur…
Kıbrıslı Türkler 13. maaşı “ulufe”ye dönüştüren Tatar’ı, Saner’i ve diğer iki küçük particiğin başkanlarını hiç affetmeyecektir…