banner913
banner932
banner1032

Mektupları ortaya çıktı…. Hiç tanımadığınız Ecevit

banner1020

banner1045
Mektupları ortaya çıktı…. Hiç tanımadığınız Ecevit

banner971
Ertuğrul Özkök yazdı...
 
Elimdeki kitabı hayretle okuyor, her sayfasında karşıma çıkan cümlelerin altını çiziyorum.
Kitap bittiğinde kıvrılmış sayfaları ile harabeye dönmüştü…
Bülent Ecevit'le genç bir öğretim üyesiyken 1977 yılında tanıştım. 1979 ara seçimlerinden onun danışmanıydım.
CHP teşkilatının sloganlarını çıkaran “Zor Günleri Halkla Birlikte Aşacağız” parti kitabını ben yazdım.
12 Eylül'den sonra da Ecevit'in yanında kalan 6-7 aydından biriydim. Birlikte Aralık dergisini çıkardık. O yasaklandıktan sonra 46 hafta boyunca baş yazıları imzasız olarak ben yazdım. Sonra gazeteciliğe başladım. Öldüğü güne kadar da yakınlığımız devam etti.
Hayatımda gördüğüm en zarif insanlardan biriydi. Ağzından tek kelime argo işitmedim. Ölünceye kadar bana “Sayın Özkök” diye hitap etti, ben ona Bülent Bey dedim. İnsanı incitecek, rencide edecek tek kelime kullanmadı onca yıl boyunca…Onun için rahatlıkla “Bütün dünyanın en zarif, en dikkatli, en saygılı siyasetçisi” diyebilirim.
Fıkra anlattığını hiç duymadım. Para kelimesinin onun lügatinde yeri olmadığını düşündüm hep. Oysa bitirdiğim kitapta bizzat kendi kaleminden öyle bir Ecevit okuyorum ki, küçük dilimi yutacağım. Tanıdığım Ecevit'le taban tabana zıt bir karakter var dünden beri karşımda….
Muzip, esprili, kendisiyle ve hayatla dalga geçen, kelime oyunlarını, yeni kavramları yaratmayı seven, dedikoducu, “Ulan” kelimesini rahatlıkla kullanan…Ama yaşadığı evi hapishane gibi gören, Sürekli para sıkıntısı çeken ve daha iyi para kazanmayı isteyen, Ne eğitimi yapacağına bir türlü karar veremeyen, siyasetle yakın uzak hiç bir ilişkisi olmayan…Ve çok derin bir Allah inancı olan bir karakter…Aynı zamanda “Absürditeyi” seven post modern bir dadaist…Kendi ağzından. Kendi kaleminden size bu hiç tanımadığımız şaşırtıcı Ecevit’i anlatacağım. Ama önce bu kitabın ne olduğunu anlatayım.
Bülent Ecevit Robert Koleji’nde okurken en yakın arkadaş gurubu şu kişilerden oluşuyormuş.
Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın oğlu Tunç Yalman, sonradan eşi olacak olan Rahşan Aral, sonradan İstanbul Belediye başkanı olacak olan Ahmet İsvan, gazeteci Altemur Kılıç, sonradan Cerrahi Dergahının ABD’deki şeyhi olacak olan Tosun Bekir Bayraktaroğlu, modern pazarlama araştırmalarını Türkiye’ye sokan Nezih Neyzi…
Ecevit Ankara’ya döner ve 1944-45 yılları arasında neredeyse her gün Tunç Yalman’a mektuplar yazar. Tunç Yalman 2006 yılında öldükten sonra bu mektuplar sahaflar aracılığıyla satılır. Alper Çeker bu mektupları sahaflardan alır ve bugüne kadar saklar.
Mektuplarda adı geçenlerin hiçbiri artık hayatta değil. Ve işte sahafta bulunan bu mektuplar bu ay Timaş yayınları tarafından yayınlandı.
Buyurun o hiç tanımadığımız Ecevit’i birlikte tanıyalım.
TRUMAN CAPOTE TARZI DEDİKODUYU ÇOK SEVEN BİR ECEVİT GÖRÜYORUZ
İlk mektupta, onu Amerikalı yazar Truman Capote’nin tarzına benzer bir üslupla okuyoruz:
“Pazartesi günü Seraplara akşam çayına davetli idim; aman efendim çay bir güzeldi bir güzeldi sormayın; envayi çeşit pastadan tutun da “Zümrüdüanka”ya kadar olmadık yoktu. Fakat çaya geçen sene kolejden ayrılan Serap’la arkadaş, bir kuzenim de beraberinde geldiği için, Zümrüdüanka’dan hiçbir ilahi sır alamadım. Ne o öttü ne ben söyledim. Fakat hiç değilse çölde bir bardak su içmiş gibi oldum.”
Bu arada “Sait Faik ayyaşmış” gibi edebi dedikodulara da rastlıyoruz.
YAŞADIĞI ŞEHİRİN ADINI RAHŞANAPOLİ KOYMUŞ
17 Eylül 1944 günkü ilk mektubunda, yazıldığı yer olarak tarihin altında şu kelime var:
“Rahşanapoli…”
Kitabın sonuna kadar hiç bitmeyecek Rahşan adını ilk defa ilk sayfada burada görüyoruz…
Rahşan adını açıkça ilk defa bundan bir ay sonra 20 Akim 1944 günü yazdığı mektupta ortaya çıkıyor:
“Seraplardan beri Rahşan’la görüşemedik. (Şimdiye kadar ihtiyaten adını kullanmaya cesaret edemiyordum…Ama ondan adıyla bahsedebilmek ihtiyaç halini aldı.)
Ama adını en güçlü olarak kitabın 208’inci sayfasında görüyoruz:
“Ben Rahşan’ı seviyorum…”
SANKİ İLK KÖY KENTİ DEĞİL 1970’LERİN BİR HİPPİ KOMÜNÜNÜ KURMAK İSTİYOR
Mektuplardaki en ilginç yerlerden biri, bir yaşama ütopyası, kendine ait bir Atlantis kurma arzusunu yazdığı bölümlerdi.
“Ya Ankara ya İstanbul civarında biraz topraklanalım. Ve bu-epey vasi olacak-toprakta bir çiftlik kuralım. Ve yakınında hep beraber yemek yemek ve oturmak üzere bir bina inşa edelim. Gıdamızı temin edecek bu çiftlik varken başka yerden para kazanmaya ihtiyaç duymayız. Ancak çiftlikte hepimiz günde birkaç saat (en iyisi sabahtan öğlene kadar) ziraatçı olacaklarımız efendice, gerisi amele gibi (ki dünyanın en iyi ve en tabi sporu) çalışırız. Öğleden sonra gece yatıncaya kadar da okuruz, yazarız, çizeriz, isteyenimiz yağlı boya resim yapar, piyano çalar, ara sıra hep beraber konuşuruz, münakaşa ederiz. Çiftlik istihsalimizin piyasaya aktarılmasını Nezih ve Üstün firması üzerine alır, onları amelelik işinden azad ederiz.”
Bu yazılanlar bana 1970’lerde gelecek olan Hippilerin komünal ütopyası gibi geldi. İsteyen de ilk köy kent projesi diyebilir.
DÖRDÜNCÜ YAZI
PARA…ŞİMDİ ANLADIM Kİ BU EŞŞEOĞLUEŞŞEKMİŞ HAYATIN HAKİMİ
Benim için en şaşırtıcı şeylerden biri bütün mektuplar boyunca hep parasızlıktan şikayet etmesi, çalıştığı yerlerde yöneticilerden hep maaşını arttırmasını talep etmesi oldu:
“Yavaş yavaş şifa buluyor gibiyim. Hayatla aramdaki sulh müzakereleri tatmin edici bir safhaya döküleceğe benziyor. Amma yine de “işallah.” (İnşallah kelimesini hep böyle yazıyor)
Buna sebep ne bilir misin? Para! Nihayet anladım ki artık bu eşşoğlueşşekmiş hayatın hakimi… Ne dersek diyelim onun tebaasıyız.
Eşşeoğlueşşek yüzüme biraz sırıtınca bendenizin ağzı kulaklarına vardı.”
BEŞİNCİ YAZI
RADYODA NE ZAMAN KLASİK MÜZİK DİNLESEM BABAM SAKSAFONCU NİHAD’A GEÇİYOR
Klasik müziği çok seviyor. Ankara Devlet Tiyatro Mektebi öğrencilerinin sahnelediği “Figaro’nun Düğünü” operasına iki gece üst üste gidiyor. Ama evde radyoda ne zaman klasik müzik dinlemeye kalksa babası radyoyu kapatıyor veya başka bir kanalda ya suzinak fasıla ya da Nihad Esengil’in saksafon sololarına geçiyor.
Ecevit o sıkıntıyı şöyle anlatıyor:
“Akşamları yemek sofrasındaki halime, Rainer Maria Rilke’nin “Genç Bir Şaire Mektuplar” kitabının arkasındaki bir makalede rastladığım için, kabahatin bende olmadığını, benim haklı olduğumu görerek sevindim.”
BURJUVA GİBİ GİYİNE GİYİNE BURJUVA OLACAĞIZ
Mektuplarında sık sık anne ve babasının evindeki boğucu ortamı anlatıyor. Bu ortamın onu “İntihara kadar sürükleyebileceğini” açıkça yazıyor.
Ankara’yı hiç sevmiyor. “Rahşan’a rağmen hiç sevmiyorum; Biz Ankara’yı sevmiyoruz, biz Ankara’da bunalıyoruz, kaçmak istiyoruz. Biz evde delilik nöbetleri geçiriyoruz, kurtarın beni; dilimle ağzımın yan duvarlarını ısırıp duruyorum “diye haykırıyor mektuplarda.
Bir de ideolojik takıntıları başlıyor:
“Bizim kılığımız burjuva ola ola kendimizin de burjuva olmamız bir ihtimal; öbür ihtimalse delirmek. Halbuki ben ikisini de istemiyorum.”
HUKUKA MI GİDEYİM ZİRAATÇİ Mİ OLAYIM ANTİKA MI OLAYIM
Robert Kolej gibi bir okulu bitiriyor ama ne eğitim yapacağına bir türlü karar veremiyor. Önce Hukuk Fakültesi diyor. Sonra Ziraat Mektebi’ne gideyim diyor. Hayır Ankara’da jeoloji okuyayım diye düşünüyor…
Vazgeçiyor Dil Fakültesine gidiyor, filoloji okumak istiyor, Latince, eski Yunanca, “İlave ders olarak da felsefe Tarihi, Eski Çağ tarihi…
“Netice…Antika olacağım” diyor.
Rahşan Aral’ın ailesi, “Maliye ve muhasebe okumasını şart koşuyor…
ALTINCI YAZI
GİTTİKÇE EŞŞEKLEŞİYOR ÖKÜZLEŞİYORUM
İşle ilgili duyguları sanki “Kürk Mantolu Madonna”nın veya bir Kafka romanının kahramanı gibi:
“İşe başlayalı beri üzerinde bir hal belirmeye başladı, bir hödüklük hali…İçerimden yavaş yavaş çok sevdiğim bir şey çıkıp uzaklaşmada sanıyordum: ruhum bir eşekleşiyor, hayvanlaşıyor, şehirlileşiyordum. Daireleşiyordum.”
Bu arada çeşitli mektuplarında sık sık, iş yerinin onu “Öküzleştirdiğini” anlatıyor.
Şu cümlelere bakar mısınız:
“Şimdi çalıştığım yeni odadaki yeni dairedaşlar şair olduğumu bilmiyor, ben de öğrenmesinler istiyorum. Çünkü bu suretle öküzlüğümü daha sarahatle test edebiliyorum. Neticeler iyi gidiyor. “
Yani bir adım daha gitse, “Gregor Samsalaşıyordum” diyecek.
YEDİNCİ YAZI
ALLAH İNSANLIĞI KOMÜNİZMDEN KORUMAK İÇİN HAYVANLAŞTIRACAKTIR
Ecevit’in çeşitli mektuplarına yayılmış güçlü bir Allah şuuru var.
“Allah-yahut kimine göre sadece tabiat- karşısında bir yücelik duyusuyla daima en hayran kalınan şeydir “diyor.
Mektuplarda siyasi olarak gördüğümüz ilk ve son cümleler, “Allah ve Komünizm” üzerine…
Bir mektupta şöyle bir cümlesi var:
“Artık hem beni affetmesi hem de koruması için Allah’a ihtiyacım büsbütün arttı.”
 
banner979
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.