Vefatının 12. yılında Nevzat Yalçın hocayı sevgi ve saygıyla anıyoruz

2012 yılında vefat eden Kıbrıs’ın yetiştirdiği en önemli yazarlardan Nevzat Yalçın (86) birkaç aydan beri Halver de kaldığı HausWaldfrieden isimli yaşlı bakımevinde vefat ettimişti.O günlerde Nevzat Yalçın eşi Gerhild Yalçın  eşinin vefatıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştı: “Nevzat ın Kıbrıs ta başlayan serüveni 86 yıllık bir mücadeleden sonra Halver de son buldu. İki yıl önce geçirdiği felçten sonra kendisiniş toparlayamadı. Bir süre önce de  HausWaldfrieden yaşlı bakımevinde kalıyordu. Huzur içinde hayata gözlerini yumdu. Vasiyeti üzerine kendisine 7 Kasım Çarşamba günü BergischGladbach ta bir tören yapılacak. Nevzat’ın vefatı nedeniyle bizleri arayan ve acımızı paylaşan tüm dostlarımıza teşekkür ediyorum” dedi.

Nevzat Yalçın kimdir?
1926’da Baf'ınPoli kasabasında doğdu. Henüz daha lise öğrencisi iken şiir dalında kendisini kanıtlayan Nevzat Yalçın Türkiye'deki yükseköğrenim günleri ve sonrasında da bu etkinliğini sürdürmüştür. Doğan Sarp takma-adlı şiirleri de vardır. Türkiye'ye yerleşip yurt içi ve yurt dışında türlü görevlerde bulunan Nevzat Yalçın 1970'te lise öğretmenliği yapmak üzere gittiği Almanya'nın Halver kentinde yerleşip kalmıştır. Eşiyle birlikte çevrelerindeki kültür-sanat etkinliklerine katkılarıyla tanınırlar.
1988 yılında emekli olan Yalçın, iş yaşamının yanı sıra hep edebiyatla uğraştı, birçok dergi ve gazetede yazdı. Almanya’daki kültürel etkinlikleri dolayısıyla 1989 Yılında AlfredMüllerFelsenburg Kültür ve Sanat Ödülüne layık görülen Yalçın, 1996’da ise Halver Şehir Meclisi, Kentin Onur Armasını verdi. Yalçın, Almanya’da edebiyatseverlere hep destek olmuş bir edebiyatçıydı. Yalçın için 7 Kasım günü saat 15:00’deKürtenerstr. 10, 51465 BergischGladbach’ta cenaze töreni yapıldı.

            Şiirler olduğu gibi Kıbrıs'la da hiç ilgisini kes­memiş; yurt özlemini, her yıl bir fırsatını bulup Kıbrıs'a gelerek, dizelerine sindirerek gidermeğe çalışmıştır. Okul öncesi ve ilkokul ile ilk gençlik yıllarının anılarını dile getiren iki kitabı bu duygunun en somut göstergeleridir.
            Tüm dünyada Türk dili ile eser veren yazarlara verilen KIBATEK Edebiyat Ödülü’nün (1999) ilk sahibidir.
YAYIMLANMIŞ ESERLERİ:
1-'A' Sokağı, (1969), Şiir
2- En Eski-En Uzak, (1988), Anı
3- Daha Yeni-Daha Yakın, (1991), Anı
4-Üçgen, (1.Basım,1997, 2.Basım,1998, 3.Basım, 1999)Deneme
5- Güneş ve Adam, (1997), Şiir
 
           
            İPEK YOLU
 
Doğuya bakan penceremiz sabah akşam açık dursun
Gün doğar bakarsın alacakaranlığına Batı'nın
Doğu güzel Doğu iyidir güneşi İpek Yolu'ndan geçer
Her elli fersahta kervansaraylarla İpek Yolu
Çin Hindistan Semerkand üzerinden gelen kervan
Son istasyon benim yurdum son istasyon Anadolu
Bir ince kültürü öpen serin ipek hışırtısı
Kalem kâğıt ve mürekkep bu kervanın hamulesi
Son istasyon Anadolu ötesi yok Marco Polo
Bir top ipek on bin fersah dökülür kıvrıla kıvrıla
Yanar döner güzel doğu kozalarda ışır Bursa
Asfalt övünedursun o yollardır öpülesi
 
 
BİZİM KÖY POLİ
         (En Eski En Uzak, 1988,36-52. ss.)
 
Çoğu Rum, gerisi Türk’tü. Rum komşularımızla ol­dukça yakındık. Kimi sokaklar ayrı, kimi 'melez'di. Kesin şekilde ayrılmış mahalleler yoktu. Önceleri, yani Poli deresine inen yol üzerindeki evde otururken etrafımızdaki komşular Türktü. Karşımızda Belediye kâtibi ve kantarcısı Hamdi Bey, yanımızda ve ar­kamızda arabacı Ahmet Yahya'lar vardı. Bizim evden çarşıya çıkan yolda sağlı sollu Türk evlerini ha­tırlıyorum: Osman Hasip Bey’in evi, 'şen dul' Zilha Hanım (Zeliha olmalı), Sami Beyler ve diğerleri... Biz­den sonra dereye inen yoldaki evler karışıktı. Yor­gancı Mahmut Hoca, un fabrikası sahibi Andrea, Emirali ve Rum Şanguda, bugün hatırlayabildiklerimdir.
Şanguda'yı, Vraga'sı arkada sallana sallana yürüyüşü ile anımsarım. Zilha Haram, çocuk hayalimde ilk İs­tanbul imajını yaratan kimse idi. ilk kocasıyla İs­tanbul'a gidişlerini ballandıra ballandıra anlatırdı. Gerçi hayalimde, o bilinen silueti ile bir İstanbul oluş­muş değildi, ama Zilha Hanım'ın 'Istambol'u beni bü­yülemekten geri kalmazdı. Zilha Hanım, sanırım son­radan üç dört kez daha evlendi. Gelin 'onarır'dı. Mavi gözleri ve başından çıkarmadığı kahverengi çarşafı ile onu iyi hatırlıyorum. Yanaklarına sürdüğü allığı kimi kez fazla kaçıran altın dişli Güzeliye Aba (abla), hayalime işlenip kalmış bir resimdir. Kocası hamal Hulusi, akşamlan kan ter içinde, omzunda boş bir çuval, pantolonunun üzerinden salıverdiği bağrı açık gömleğiyle yalınayak bizim evin önünden geçerdi. Keskin bir Almancı idi Hulusi. Öyle bilinirdi.
Evimiz, taş ve kerpiçten yapılmış iki katlı bir ha­naydı. İki kanatlı, arkası demir kollu sokak kapımız bir söndürme (sundurma) ye açılırdı. Komşular bir lâsecik (lâhzacık) anneme uğradılar mı, onunla orada yârenlik ederlerdi. Bir minder vardı sündürmede. Konuk hanımlar oraya kurulur, sohbet öyle başlardı. Kıbrıs'ta âdettir, eve misafir geldi mi, önce ayağına sandalye konur, rahatça oturması sağlanır. Ar­kasından, sorgusuz ikram başlar; kahvenin ardından mezdekili (reçineli) badem ezmesi, kız memesi (grapefruit) ceviz veya turunç macunu (reçeli) sunulur. Ko­nuğun önündeki sandalyeye konan tepside ayrıca bir bardak su bulundurmak, şaşmayan âdetlerdendir.
Bizim evin bir iç avlusu vardı, çakıl taşlarıyle dö­şeli. Yaz kış akan iki çeşme, hamam, çamaşırlık, ker­piçten ekmek fırını ve bir kümes avluyu çevrelerdi. Hanaya dışarıdan, geniş bir tahta merdivenle çı­kılırdı. Ve hanayın, alt kattaki mutfağın damına açı­lan penceresi, üzerinde beyaz kuşlar uçan perdesiyle evin en aydınlık penceresiydi. Yaz akşamlarında ora­dan çıkılan dama kimi kez biz çocukların yatakları se­rilir; iri iri, ışıl ışıl yıldızlara karşı uyuyakalırdık.
Gündüzleri, Batıya açılan o pencereden Akama'nın mor dağlan görünürdü. Dağ, uzaktan ba­kıldıkça dağdır, içine girildikçe o gizemli güzelliğini kaybeder, alelade taş ve toprak olur. Görkeminden eser kalmaz dağın. Evde yalnız kaldığım zamanlar pencereden dama çıkar, dağla göğün birleştiği inişli çıkışlı çizgide kendime göre şekiller keşfederdim. O şekiller nirengi noktalarısm olurdu.
Annemin, üstü bombeli süslü çeyiz sandığına ba­sarak tırmandığım o pencereye, o mor dağlara hâlâ hasretim. Dere yolundaki evin merteklerini bile anım­sarım. Uçlarına duvarlann beyaz badanası bulaşmış, budak yerleri göz göz, sarı san merteklerdi. Çocuk uykularımda hiç saymadığım o mertekleri şimdi bölük pörçük uykulanmda sayıyorum.
Ninem öldükten sonra o evi kiraya verdik ve de­demin evine taşındık. Daha geniş, değişik bir evdi. Komşulanmız Türk ve Rum, karışıktı. Hemen önü­müzde, sonradan eniştem olan Fuat'ın evi, yanımızda kansı Romanyalı şoför Raifler, dış avlunun bi­tişiğinde, ileride sözünü edeceğim babaannem Perûze (Firuze olmalı) Hanım ve antikacı Sıtkılar vardı. Evin arkasından geçen yolda Poli'nin en zengin ailelerinden İliyalar ve Rum dülger Karavoli'ler otu­rurdu. Her iki Rum ailesinin güzel kızlarını unut­mamışım. Kavruk ve esmer tipik Rum olmaktan uzak, uzun boylu, mavi gözlü ve bayaz tenliydiler. Sonralan, liseye başladığım yıl Karavoli'nin küçük kızı Elpitha'ya sevdalanmıştım. Elpitha, bilmiyorum hâlâ oralarda ve öyle şirin mi?..
Bizim iki ev arkamızda teyzemlerin evi vardı. Orası benim çok sevdiğim bir uğrak ve duraktı. Ku­zenlerim Kemal, Oktay ve Hüsnü ile yalnız kuzen de­ğildik. Aynı çocuk dünyasını kavgasız gürültüsüz paylaşanlardık. Aklımıza estikçe, denize inen toprak yol üzerindeki bademliklere iner, çocukluk çağının boyutlanyle bize uçsuz bucaksız gelen bahçelerde ak­şamı ederdik. En küçükleri Arif, bize katılmıyacak kadar küçüktü.
Poli Türkleri, civardaki Türk köylüleri ile ancak ana çizgileriyle beliren bir Müslüman Türk hayatı ya­şarlardı. Rumlar da kiliselerine ve geleneklerine bağ­lıydılar. Her iki toplum dinsel günlerinde varlıklarını daha yoğun şekilde hissederlerdi. Ama taşkınlıklan yoktu. Birbirlerine saygılı idiler.
Bugün bayındır bir kent olduğunu tahmin et­tiğim Poli'de Türk evleri bayındır olmaktan uzaktı. Rum evleri güzel ve büyük evlerdi. Zengindi Rumlar. Alışveriş yerleri onlarındı. Kasabayı bir uçtan bir uca bölen caddenin iki yanındaki işyerlerinden ancak bir kahve, Sabahattin Öney’in tuhafiye mağazası, iki kunduraca ve bir terziden ibaretti Türkler.
 
 
 
HİKMET AFİF MAPOLAR İÇİN
                                               (Üçgen,s.15-17)
 
Rahmetli Mapolar'ı, son kez, geçen yıl evinde görmüştüm. Gözlerindeki rahatsızlığa rağmen neşesi yerin­deydi. Beni, kırk beş yıl önceki katıksız sevecenliğiyle karşıladı o gün. "Hoş geldin be Nevzat’ım, ne iyi ettin de geldin..." diyordu. Aslında, Kıbrıs'a her gidişimde ona mutlaka uğrar; Lefkoşa'da kaldığım günler, bazen günde birkaç kez eski dostumu Saray Kitabevi'ndeki köşesinde ziyaret ederdim. Bu ziyaretleri, biraz da onu yalnız yaka­layabilmek için yapardım. Ama ne mümkün? Her uğrayışımda etrafında gürültülü bir sevgi halkası bulurdum. Çetin-ceviz şair Fikret Demirağ ve diğerleri... Tartışma konuları daha çok güncel şeylerdi. Öfkeli geçen tartışmalar belki o yüzdendi. Ama hepsi, Mapolar'ın o sevimli ve Buddha'nınsükünunu andıran yumuşak gülüşlerindc erir gidcrdi.
Bu satırları. Hikmet Arif Mapolar'a ağıt düzmek için yazmıyorum. Matemc gerek görmediğim için yazıyorum. Her acıya rağmen hayatı olduğu gibi kabul etmek zorun­dayız. Kaldı ki, ölümün bir 'son' olmadığına inananlar­danım. Bu nedenle, aramızdan ölümle ayrılanları, ileride bir daha görüşmek üzere başka bir aleme göçmüş saya­rım. Tabii, hayal gücümün elverdiği ölçüde...
Fikret Demirağ  bir  mektubunda.   Mapolar'ın rahatsızlığı dolayısıyla üzüntüsünü dile getirirken. "Artık çok yaşlandı..." diyordu. Oysa Mapolar, yetmişinde bile değildi ve sanırım, 'kataraktan başka bir derdi de yoktu. Bu ise insanı sakat bırakabilir, ama öldürmez. İçinde yaşadığım topluma bakıyorum: seksenlik, doksan­lık ihtiyarların bastonsuz gezdikleri bir toplum... Türkiye ile başlayan Doğulu toplumlarda insan ömrü, cimri bir terzinin makasından çıkmış dar ve kısa bir elbise gibidir. Bu 'cimri terzi' de insanoğlunun kendisidir. Rastgele sürdürdüğü yaşayış tarzı ve hayat felsefesi ile...
Sevgili Mapolar'ı, aklımda kaldığma göre. Lisenin dokuzuncu sınıfında iken tanımıştım, yani kırk yedi, kırk sekiz yıl önce. O zamanlar, dağınık duran; şiirleri, öykü­leri gazetelerde çıkan yetenekli gençler vardı. Afif Mapolar onların başında geliyordu. Lefkoşa'da Sarayönü diye bilinen meydanda Avukat Con Rıfat'ın yazıhanesinde, yaşlı avukatın işlerini de yürütüyordu Mapolar. Ben de çocuk denecek yaşta bir hevesli olarak, arasıra ziyaretine giderdim. Orası küçük bir 'dergah'tı. Başka gelenler de olurdu Ben edebiyatın havasına ilk kez bu 'dergah'ta girdim.
Yazılarında Muzaffer Gökmen olarak da bilinen Hikmet Afif Mapolar, demin dağınık olduklarım söyle­diğim yetenekli gençlerin toparlayıcısı oldu. Onları, çıkardığı edebiyat dergisinde topladı ve bir varlık haline gelen bugünkü Kıbrıs Türk Edebiyatının nüvesini oluşturdu. Bence, Hikmet Afif Mapolar'ın asıl önemi buradadır. Bir millî edebiyatın oluşması, ancak sağlam ve bilinçli adımlarla mümkündür. Bu yolda attığı adım­larla Mapolar, günümüz Kıbrıs Türk edebiyatının mimarlanndan biri oldu. Bu vesile ile bir noktaya işaret etmek istiyorum: hemen hepsini tanıdığım ve kendileriy­le kıvanç duyduğum değerli kültür ve edebiyat araştırmacısı aydınlar var Kıbrıs'ta. Kanımca, onlara düşen görev, yazınsal ve kültürel geçmişimizin değerlerine eğilmek ve bu yolda araştırmalar yapmaktır. Yıllar çabuk gelir geçer. Birgün bakarsınız ki, izler neredeyse silin­miş; kalanları derleyip toparlamak, birşeyler yapmak, birşeyler ortaya çıkarmak imkansız hale gelmiş. Bunun ifade ettiği kaybı ölçmek mümkün mü?
Hikmet Afif Mapolar'ın da Kıbrıs Türk edebiyatında­ki yerini tespit ederken elimizi çabuk tutmak zorundayız.
Rahmetlinin oğlu RegüMapolar elindeki imkanları bu yolda sefeber ederse edebiyatımıza hizmet etmiş olur.
Hikmet Afif Mapolar'a, vakti geldiğinde başka bir alemde buluşmak üzere Allah’tan rahmet dilerim.
 
            Hikmet Afif Mapolar’ın ölümünün arkasından bunları yazan usta kaleme bizlerden Allah’tan Rahmet dilerken. Güle güle Nevzat Hoca diyoruz. Eserlerinle hep yaşayacaksın.
 
Daha Fazla Haber