Bizdeki uygulama sizi yanıltmasın. Gazeteci siyasi iktidarlara değil, toplumun gerçekleri öğrenme hakkına hizmet eder. Görevini yerine getirirken evrensel meslek ilkeleri doğrultusunda hareket eder. Yani hakarete yönelmeden, iftira atmadan, kişilik haklarına saldırmadan, kamu yararı olmadıkça özel hayatlara ve aile konularına girmeden haber verir, eleştiride bulunur. Hem de en ağırından… Dünyaca kabul edilen hukuk anlayışına göre de siyasetçiler buna katlanmak zorundadırlar.
★★★
Ama maalesef bizim ülkemizde böyle olmuyor. Örneğin, 2014'de meslek kurallarımıza bağlı kalarak bir yazı kaleme aldım. Makalemde o güne kadar hiçbir yazı ve televizyon programımda kullanmayı doğru bulmadığım 17/25 Aralık tapelerinden, aleniyet kazanıp kamuoyuna malolmuş, herkesin bildiği bir cümleyi alıntıladım. O meşhur cümlede müteahhidin biri, dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile görüştükten sonra, telefondaki arkadaşına “Şimdi sıra milletin a'sına…” diye başlayan sözlerle hitap ediyordu. Yani bir hakaret davası söz konusu ise bana değil, o sözcükleri kullanan müteahhide karşı açılması gerekiyordu. Ama o, büyük işler almaya devam ederken, ben yargılanıp, 11 ay 20 gün hapis cezası yedim! Dosya Yargıtay'da usulden bozuldu ve Küçükçekmece 2'nci Asliye Ceza Mahkemesi'ne geldi.
★★★
Bu süreçte çok ilginç gelişmeler yaşandı. Binali Yıldırım şikayetinden vazgeçti. Avukatları hazırladıkları 2 feragat dilekçesini mahkemeye sundu. Bu arada 23 Haziran'da yenilenecek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi yaklaşıyordu. Cumhur İttifakı adayı Binali Yıldırım ile Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu'nun televizyon canlı yayınında tartışacakları açıklanınca, Türkiye, “Bu düellonun yöneticisi kim olsun” sorusuna cevap aramaya başlamıştı. Hiç beklemediğim bir anda Binali Bey kameraların önüne geçerek “Benim moderatör adayım; mesleki birikimi ve tarafsızlığı nedeniyle Uğur Dündar'dır” dedi. Böylece bir bakıma bu oturumu en adil biçimde yöneteceğime olan inancını ve meslek ahlakıma duyduğu güveni ifade etmiş bulundu.
★★★
O günlerde, davamızın karar duruşması gelip çatmıştı. Açık oturumdan yaklaşık bir hafta önce hakim karşısına geçtim. Hakime Hanım gayet nazik bir şekilde “Yargıtay bu cezanın yaptırıma dönüşmesini istiyor. Siz bir kamu görevi yapmak ister misiniz” diye sorunca “Efendim yarım asırdır yaptığım şey bu; kamu görevi” dedim. Gülüştük. Sonra şunları söyledim: “Yazımda kimseye hakaret kastım yoktu. Ayrıca aleyhime açılmış başka hiçbir hakaret davası olmadığı gibi adli sicilim de tertemizdir. Kaldı ki müşteki Sayın Binali Yıldırım iki dilekçeyle davaya konu olan şikayetinden vazgeçtiğini belirtti. Yakında Sayın Ekrem İmamoğlu ile yapacakları tarihi açık oturumun moderötürlüğünü üstlenmemi de önerdi. Şimdi siz, onun mesleki birikimi, yayıncılık ahlakı ve adalet duygusuna güvendiği birini, kendisine hakaretten mahkum ederseniz, bunu kamuoyuna açıklamakta zorlanır ve Binali Beyin talebine ters düşen bir karar almış olursunuz. Beraatimi talep ediyorum” dedim. Hakime Hanım babasının rahatsızlığı dolayısıyla uykusuz geceler geçirdiğini ve bu ruh haliyle doğru karar verememe endişesini taşıdığını belirterek, duruşmayı seçim sonrasına, üç gün önceye erteledi.
★★★
O gün de, önce 11 ay 20 gün hapis cezası verip, bunu 5 ay 25 gün boyunca haftada 2 saat olmak üzere bir üniversite kütüphanesinde “şerefe karşı işlenmiş suçlar” konusunda yazılmış kitap, makale ve tezleri okumaya dönüştürdü. Kararın duyulmasından sonra gelen tepkilerin neredeyse yüzde 100'e yakını bunun trajikomik bir durum olduğu yolundaydı. Yorumcular arasında “gülsem mi ağlasam mı” diyenler, çok daha ağırını yazanlar bile vardı. Ama yargıya olan güveni daha da sarsmamak için onları alıntılamıyorum. En üzücü yanı ise kitaplar yazmış, üniversitelerde lisans üstü düzeyde gazetecilik-televizyonculuk dersleri vermiş yarım asırlık bir meslek erbabına “kitap okumanın” ceza olarak reva görülmesiydi! Keşke sayın yargıç bunu müebbede çevirebilseydi. Çünkü gözlerim gördükçe, hafızam kabul ettikçe kitap okumayı sürdüreceğim! Yani bu cezayı ölünceye kadar (!) gönüllü olarak çekeceğim.
★★★
Yine de Yargıtay'ın bunu bozacağına olan inancımı korumaya çalışıyorum. En kötüsünü düşünüp, bozmadı diyelim. 2010 da “İşte Hayatım” kitabıyla benim yaşam öykümü anlatan Nedim Şener, dünkü tweetinde; “Bir insan, evlat, kardeş, eş, baba, yurttaş ve gazeteci olarak ‘şerefin' ne olduğunu öğrenmek isteyenler, Uğur Dündar'ın hayatını okumalı” demiş. Ceza sürecinde dostlarla bu kitabın devamı yazılır. Böylece “şerefli yaşamaya adanmış” bir hayatın ne demek olduğunu bilmeyenlere de öğrenmeleri için bir imkan sağlamış oluruz!.. Uğur Dündar / Sözcü Gazetesi