banner913
banner932
banner1032

Caner Arca’dan Deneme-Anı Kitabı Cici Bey- Ayak İzleri

banner1020

banner1045
Caner Arca’dan Deneme-Anı Kitabı Cici Bey- Ayak İzleri

banner971
Kıbrıs Türk Edebiyatı’nda anı türü ben her zaman etkilemiştir. Okurken çok şeyler öğrenirken , geçmişin nostaljik görüntüleri de gözlerimin önüne gelir,bir çok şeyi anımsarım, anımsarız. Deneme türü tabii ki tüm Dünya yazınında çok önemli yer tutar. Hem toplumsal hafıza hem de bir yazarın bilinçaltı ortaya çıkar. Caner Arca’nın çocukluktan günümüze anılarını 296 sayfalık eser içerisinde okurken buluyorsunuz. Babasının Karadağ’dan Lefke’ye uzanan maden anılarından tutun da o çevrenin köy yaşamı vb. bizlere çok güzel anlatılıyor. Kitabın sonunda fotoğraflar da ye almaktadır. Okumanızı salık veririz.
 
Yazar eseri için şöyle diyor: “Doğumla ölüm arasındaki kısa hayatı yaşarken geride ayak
izlerimizi bırakıyoruz. Bıraktığımız bu izler sevdiklerimizi derinden öyle bir etkiliyor ki, onlar; sadece genetik olarak değil düşünce tarzı ve değerleri olarak da kişiliklerini belirliyor.
Kitapta sadece yazarın yaşadığı anılar yok, onun yaşadıklarından kendi yaşadıklarınızı da keşfedeceksiniz. Okurken kendi kitabınızın kahramanı olacaksınız.”
Yastığın Altındaki Makas
Çocuklar hasta oldu mu benim asaplarım bozulur. Söylenir dururum. Yalınayak yere basmasından tutun yediği şeylere dikkat etmemesine kadar suçlayacak bir şeyler bulurum. Aslında çocuklara değil öfkem kendimedir. Kendimi yetersiz hissetmemedir.
Hasta olmaktan herkes korkar ama benim kadar değil.
Küçüklüğümde en önemli hastalığım bademciklerimin şişmesi bir de kan çıbanı dedikleri çıban çıkmasıydı.
Ailece her yıl harnıp toplama zamanı Limasol”a giderdik. Annem kardeşlerimle otobüse biner Lefkoşa’ya giderdi. Ben de babamla motosikletle giderdik. Öğleye kadar bekler Limasol otobüsleri ile yola devam eder öğleden sonra halamlara giderdik. Limasol’un köylerinden birinde harnıp ağaçlarımız vardı. Bahçede uzunca bir süre konaklar harnıpları toplar başka bir köye götürür sanırım kooperatife veya şirkete satardık.
Dönüşümüzde benim ateşim çıktı. Lefkoşa’ya geldiğimizde nenemin mutfağında çalıştığı hastanede bana bir iğne yaptılar. Lefke’ye dönüşümüzde otobüsü beklerken ben sündürmede uyumuşum. Uyandığımda her yerim bakla bakla olmuştu. Kanım zehirlendi veya saldıkları iğne alerji yapmıştı. Bilmiyorum. Günlerce çektim. Dr. Selçuk bey bir şeyler yaptı. Babam her gün çıbanlarımı pansumanla temizledi. Zor kurtuldum.
İnsan beyni gerçekten enteresandır.
Bademciklerim şiştiğinde ateşim çıkardı. Ben kâbuslar görürdüm. Bir defasında annem beni başıma sirkeli su koyup uyandırdığında kardeşimin üstüme çıkıp sıçradığını söyledim. Bana öyle gelmişti. Kardeşim ne kadar aksini söylese de annem onu döver gibi yaptı. Yarı açık gözlerimle gördüm ama konuşacak takatim bile yoktu.
Bu ateşle gelen kâbuslar üniversite yıllarımda bile devam etti. Bu nedenle bademciklerim şişmesin diye azami gayret sarf eder, hissettim mi ha bire hap yutardım.
Bir hafta sonu Turgutlu’ya teyzemin yanına gittiğimde kendimi çok halsiz hissediyordum. Teyzem sordu ben de söyledim. Kâbus görmekten korkuyordum. Teyzem ; ”be Caner sen inanmazsın ama ben sana bir şey söyleyeyim, bir dene göreceksin o kâbusları görmeyeceksin. Sana bir makas vereceğim onu yastığının altına koy. Faydası olmazsa bile zararı da yok.”
O kadar korkuyordum ki bu kâbustan, o kadar çok kurtulmak istiyordum ki istemiyor gibi yapıp hadi bir deneyim dedim ve makası aldım yastığımın altına koydum. O gece çok rahat uyudum.  Ateşim vardı ama kâbus görmedim. Aldığım ilâçların da etkisi vardı kuşkusuz ama o günden sonra ne zaman hastalanacak gibi olsam yastığımın altına bir makas kordum.
Daha sonra unuttum bile. Ta ki Kıbrıs’a dönüp eşimin küçük yeğeni hasta oluncaya kadar. O da ateşleniyor ve kâbus görüyordu.
Patates üzerine doktora çalışması yaptım ama o beni doktor biliyordu. Beni enişteme götürün diye tutturmuş zaten altlı üstlü oturuyorduk getirdiler. Durumunu anlatınca yaşadıklarımı anımsadım.
Teyzemin bana yaptığını söylediklerini ben de ona söyledim ve makası verdim. O da kurtulmuş kâbuslarından.
Evlendi çocuğu da var ama zaman zaman karşılaştığımızda konu açılınca hep söyler güleriz.  
Eğer insan gerçekten istiyorsa beyni ona uygun çalışır hele bu istenç hastalığa karşı direnmek içinse.
Biz ne zaman bizi ahtabot gibi saran yalan, kişiliksiz, edilgen yaşama karşı gerçekten direnmeyi isteyeceğiz?
 
Başka Evleri Var mı?
Kafam bir şeylere takıldı mı sürer gider. Çocukluk anılarım da öyle. Yaşanmışlıklarım suya yazılan yazılar gibi bende kalırsa bir gün ya silinip gidecek ya da çürüyüp gidecek. İyisi mi bir yerlere yazayım belki çocuklarım ya da torunlarım okur. Sanmasınlar ki dünya onların yaşadıkları şekilde var oldu ve bizim yakamızı bırakmayan şu Kıbrıs sorunu (şu fasariya) başımızdakilerin söyledikleri gibi oldu. Bunu bir de yaşayanlar var.
Karadağ’da son sırada ortada bir evdi bizimkisi. Dört hane ev bir sıradaydı. Batı kısmımız tepeye bakardı. Kuzeyinde iniş aşağı Lefke’ye inan bir patika, bana çok büyük gelen servi ağaçları ve uzakta yeşil portakal bahçelerinden sonra mavi deniz. Madenci evlerinin aralarında da servi ağaçları vardı. Asvalt yol güney taraftan tırmanıp geliyordu ta ki son evin yanına kadar. Her sırada bir sokak çeşmesi vardı. Su geldiğinde kaplarımıza su doldurup saklardık.
Lefke’de çoğunluk Türkçe konuşurdu. Rumların sayısı daha azdı. Rumlar daha çok Ksero’da otururdu. Madende beraber çalışırlardı. Hatta büyük madenci grevi olduğunda birlikteydiler. Gerçi grevi kırmak için bazı dolaplar döndüğünü büyükler konuşurken duyardık.
Rum aileler de vardı. Sokakta oynarken Rum çocuklar da aramıza karışırdı bazen, onlar da vardı oyunlarımızda. Hiç unutmam, Zakko (söylenen şekliyle yazdım ismini) diye oldukça zengin biri vardı. Özel evi hemen madenci evlerinden sonra tepenin güzel bir yerinde bahçe içinde bir yerdi. Benim gözümde oldukça büyük bir bahçe idi. Kaplumbağa tipinde bir de arabası vardı hatırladığım.
Mahalleni alt kısmında Türk İlkokulu yukarıda bize çok yakın yerde Rum İlkokulu vardı.
Bir gece babam beni uyandırdı. “Kalk” dedi “kalk bak Rum okulunu yaktılar”. Uyandım babam ki okulu çok severdi bana onu sevdirmeye çalışıyordu okulun yanmasından sanki sevinç duyuyormuş gibiydi. Hayretle yüzüne baktım. Anlamadım, anlayamadım.
Daha başka yangınlar da oldu Lefke'de.
Sonraki günlerde İngiliz askerleri Zakko’nun evine geldiler. Onları Xsero’ya götürmeye çalışıyorlardı. Hanımı gitmemek için diretiyordu.  Bahçenin dışında ellerinde silahlarla tanıdık yüzler siper almış bekliyorlardı. Biz çocuktuk yanlarına gittik. “gidin buradan” diyorlardı ve bir süre sonra Zakko ve ailesi Lefke’den gittiler. Sadece onlar değil diğer Rumlar da gittiler.
Evinden barkından koparılan sadece 1974 den sonra değil daha öncelerden İngiliz zamanında gitmeye zorlandılar. İngiliz de “Kıbrıslı” olmamızdan korkuyor ve bizleri ayırmaya çalışıyordu.
Evde anneme sarıldım; “başka evleri var mı?”
 Annem nasırlı elleri ile başımı yumuşacık okşadı.
 
Savaşı Savaştan Sonra Yaşamak
Kendinden başkalarını düşman bilip öldüren, bunun için planlar yapan, gücünü doğanın dengesini korumaya değil onu yok etmeye ona sahip olmaya harcayan insan denen mahlûktan başka bir yaratık var mı acaba? Kan dökmekten zevk alan ve bunu anlatırken mutlu olan, bu nedenle savaşmayı ve başkasına ait ne varsa almayı kutsal bir görev gibi gören yaratık. Ne derseniz deyin işte.
1971-76 yılları arasında fakülte yıllarımın içine düşer 1974 savaşı. Tatil için gelmiştim. Makarios’a darbe olduğu sıralar İzmir’e dönüşe hazırlanıyordum olmadı. Türkiye çıkartma yaptı, savaş başladı ve ben İzmir’e uzunca bir süre gidemedim. Ateş kes olduktan sonra gittim. Herkes savaşı anlatmam için ısrar ediyordu. Kimi zevk aldı, kimi “üf” çekti kimi “vah vah” dedi. Yaşadıklarımı dinlerlerken sanki sinemada bir film izliyorlardı. Konuşma bitti mi herkes kendi yaşamına dönüyordu hemen.
Oysa her kapı çarpmasında kalbimin hızla çarptığını, bazen yerimden istemeden kalktığımı, kulaklarımı dikip dikkat kesildiğimi kimse fark etmiyordu.
Arkamdan annem de İzmir’e daha doğrusu Manisa’ya bağlı Turgutlu kasabasında teyzemin yanına geldi. Hastaydı ama ne olduğunu bana söylemedi. Doktorlar buraya yollamış ve teyzem onu Ege Üniversitesi hastanesine götürdü. Yapılan tetkiklerden sonra ilaç yazmışlar. Eniştem reçeteyi bana verdi ve annemle Turgutluya döndüler. Akşam oluyordu. İzmir’de önüme çıkan belki 20-30 eczaneye girdim. Bulamadım. Hepsi yüzüme üzülerek baktı ve kimin için olduğunu sordu. Ben koşuyordum eczaneler kapanmadan bulmalıydım ama bulamadım. Son otobüsle Turgutluya gittim.
Yürek acıya ne kadar dayanır. Nasıl teselli bulur insan.
Annemi daha sonra hastaneye yatırdılar. Son gün kendini yataktan yatağa atıyordu. Duvara bile vuruyordu acısından. Kimse bilmez gözyaşının yürekteki ateşi nasıl harladığını.
Annemi kaybettim o an. Bakamadım duramadım kaçtım. Eniştemle ertesi gün gittik. Aldık ve Turgutlu mezarlığına defnettik.
1976 Haziranında mezun oldum. Haziran ayının başında Kıbrıs’ta seçimler oldu. Ben seçim sonrası adaya geldiğim için iş bulamadım. Daireleri seçim öncesi doldurmuşlar. Özel iş yerlerine de başvurduğumda hep “sen mühendissin yarın iş bulursan bırakır gidersin” diyerek beni işe almıyorlardı. Ufak tefek işlerle uğraştım ama olmuyordu. Önce eşimi İzmir’e yolladım sonra ben gittim.
Uzun uğraşlardan sonra iş buldum ve oturma izni ile çalışma izni çıkarttım.
İzmir Karşıyaka’da ev kiraladık, Bakkala gittiğimde almam gerekenleri (şeker, yağ gibi) gerektiğinden fazla alırdım. Bir gün bakkal; “Abi sen bunları ne yapıyorsun, satıyor musun?” diye sordu. Afalladım. Başıma balyozla vurulmuş gibi oldum. Yıl 1978 aradan dört yıl geçmiş ama ben halâ savaş olacakmış gibi davranıyordum. Savaş çıkarsa evde stok bir şeyler olsun diye düşünüyordum oysa burası İzmir’di Kıbrıs değil. Ama benim “domuz burnunda” ölen ne arkadaşım Uzun Hasan’ın ne de bir Rum askerinin şişmekte olan cesedi rüyalarımdan gitmiyordu ki. geri çekilirken boşalttığımız siperleri tekrardan doldururken havan topu ateşi altında ayakta duran etrafa boş gözlerle bakan arkadaşımı da unutamıyorum. Ateş kesten sonra bir araya geldiğimizde bana “ben hemen evlenecem, ben cinsel gücümü kaybettim galiba” demişti.
Ciğeri beş para etmez, beyni soğan cücüğünden küçük, ırkçılığın demokrasi diye kendisine yutturulduğu sonradan görmelerin, yalan söylemeyi politik konuşma sanan kendini bilmezlerin benim adıma düşmanlığı savaşı körükleyerek söylemlerde bulunmasını istemiyorum.
B arış varken savaşı istemek, insanlık varken ilkelliği, cinayetleri, tecavüzleri tercih etmek demektir. Bu ancak kafaları tutsak olmuş kişilerin işidir.
Savaşta kurşun değmedi yaralanmadım ama ya içimdeki yangın; babamın Elye’de kalması ve köyün düştüğünü öğrendiğimde yaşadıklarım, korkularım, endişelerim, kahvede toplanan kadınların bağrışmaları, yırtınmalar, annemin gözyaşları. Bunları ne yapacağım.
Savaş bir gün biter elbet ya savaşı yaşamak… o ne zaman biter?
 
 
banner979
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.