Vefatının 12. yılında Nevzat Yalçın hocayı sevgi ve saygıyla anıyoruz Vefatının 12. yılında Nevzat Yalçın hocayı sevgi ve saygıyla anıyoruz
Yaşamını Londra’da sürdüren gazeteci-yazar  Timur Öztürk’ün anılarını içeren kitabı Press Dionysus,yayınları arasından çıktı. 150 sayfalık eser; yazarın gazetecilik anılarından babasının Atatürk’le tanışmasına kadar zengin içerikli yazıları içeriyor.  Gazetecilik öncelikle geniş kültürlülük içeren bir meslektir. Türkçeyi iyi kullanmak, çeşitli olayları  takip etmek, dürüst olmak gibi birçok fazileti içeren bu meslekte 40. Yıl ayakta durmak çok kolay bir iş değildir. Yazar işte bu 40 yıllık süreci bizlere akıcı bir dille anlatırken. Tanıştığı ve söyleşi yaptığı birçok önemli şahsiyetten de eserde söz ediyor. Okumanızı salık veririz. Aşağıda yazarın eserindeki iki önemli anekdotu sizlere sunuyoruz.
 
LONDRA'YA TAYİNİM ÇIKTI...Eylül 1982, Londra
Kıbrıs'ın en çok okunan yayın organında çalışıyordum. Çok iyi bir ekiptik. Yakında yayın hayatına başlayacak olan, Kıbrıs Postası isimli günlük bir gazete için harıl harıl çalışıyorduk.
Müdürümüz Erten Kasımoğlu, "bu hazırlığımızdan dışarıda bahsetmeyin" dedi. Yani yeni yayın organı gizlice hazırlanıyordu. Sonra bir gün elinde bir afişle geldi. Yakında çıkacak olan yeni gazetemizin tanıtım afişiydi. O yıllarda Kıbrıs Türk Federe Devletinin en öndeki gazetecilerinin resimleri o afişteydi. Ben, Akay Cemal, Erten Kasımoğlu, Şener Levent, Mehmet Yaşın, Sevgül Uludağ, Ahmet Okan ve Ali Tekman. (Afişte ismi olup yazmayı unuttuğum arkadaşlarımdan özür dilerim).
Afişte, "bu kadro Kıbrıs Postası gazetesini çıkarıyor, tarih yazıyorlar" mesajı veriyordu. Büyük bir toplantı yapıldı. Müdürlerimiz oradaydı büyük patron da katıldı. Uzunca bir konuşmadan sonra görev dağılımlarını açıkladı. Yurdun her yerine yayılıp haber ağı kurulacaktı. Ben Mağusa bölgesini aklımdan geçirdim. Ama beni merkezde bırakırlar diye düşündüm. Sıra Mehmet Yaşına geldi. Kendisi gazetenin Londra bürosuna tayin olmuştu. Fakat Mehmet'in yüzü gülmedi. Sevinç belirtisi göstermedi. Aslında çok tatlı dilli, güler yüzlü bir arkadaşımızdı. Patron hemen bana döndü;
-Timur Öztürk, sen Ankara bürosuna gideceksin, dedi ve konu kapandı... Ben kalakaldım. Cevap bile veremeden Mehmet Yaşın ile bakıştık.
Toplantı bitmişti, sonra herkes kendi arasında konuşmaya, birbirini kutlamaya başladı. Herkesin memnuniyeti yüzünden belli oluyordu. Sadece Mehmet Yaşın pek sevinmiş gibi görünmüyordu. Hatırladığım kadarıyla kendisi Ankara Siyasal Bilimlerden mezun olmuştu ve Ankara'da eğitimine devam eden birisiyle ilişkisi vardı. Londra'ya gitmek araya mesafe koyacaktı. Bana "yerleri değişelim mi?" diye sordu. Ben de hiç tereddüt etmeden "olur" dedim. Önce müdürler, sonra da patron onayladı. Ben artık Londra yolcusuydum. Bir saatin içerisinde önce Ankara sonra da Londra'ya tayinim çıktı.
Bana bir çek verdiler. Bir de takım elbise almam için bir adrese yönlendirdiler. Kıyafetleri alıp hazırlanmam için izin aldım. Bu arada sekreterimiz benim pasaportumu alarak Birleşik Krallık vize işlemlerini başlattı. Lefkoşa’dan Yeni Erenköy otobüsüne binerek yola çıktım. Kıpır kıpırdım. Köyümüze geldim otobüs şoförü tanıdığı için beni evimizin önünde indirdi. O an bahçede oynamakta olan küçük kız kardeşim Tijen beni görünce hemen bağırdı;
- Anne, abim geldi.
Vize işlemleri hazırlıklar derken aradan iki hafta geçti. Ben artık Kıbrıs'tan baba evinden ayrılıp Birleşik Krallık'a yerleşmeye gidiyordum. Nasıl giderim? Neler yaparım? Hiç düşünmedim. Neresi olursa olsun ben gidecektim. Yepyeni bir çevre, başka bir kültür, farklı bir dil bunlar beni yeteri kadar heyecanlandırıyordu. Ailemle vedalaşıp Lefkoşa'ya döndüm. Uzun zaman Halkın Sesi gazetesinin sanat sayfasını hazırlamıştım. Sürekli Orhan Veliden örnekler verir onun hayatını yayınlardım. Orhan Velinin Melih Cevdet'i, bir de Oktay Rifat'ı vardı. Benim de Musa Kayram ve Dr. Rifat Siber'im vardı. Sürekli birlikte oluyorduk. Son sayısını çıkarana kadar Kıbrıs Sanat Dergisinde birlikte çalışmıştık. Dergiyi kapatmak yerine bir derneğe ya da bir sanatçımıza devretmek istemiştim. Bu aşamada hep benim yanımda yer aldılar. Cumhur Deliceırmak da yanımızdaydı ve derginin kapanmaması için elinden gelen her gayreti gösterdi.
Üzerimde krem rengi takım elbisem, kahverengi kravatım, elimde valizim artık yola çıkmanın vakti gelmişti. Ercan Havalimanında beş kişiydik. Rahmetli annem, babam, Musa ve Dr. Rifat hatıra resimleri bile çektirmiştik. Az ileride beni Londra'ya tayin olduğum ofise götürecek olan uçağa ulaşacağım kapı vardı. Arkamda annem, babam ve iki arkadaşım. Babamla göz göze geldik gururu yüzünden okunuyordu. Ama biraz da burukluk vardı. Yıllar önce beni deftere yazı yazarken yakalamıştı. Tamirhaneye gidip temizlik yapacağıma evde defter kalemle uğraşıyorum diye beni dövmüş;
- Yazar mı olacaksın lan, en iyisinin öldüğünde cebinde üç kuruşu vardı, demişti.
Tarih 30 Eylül 1982, günlerden Perşembe ve uçağım alçalmaya başladı. Canım anam nasıl da ağladı. Ercan Havalimanının balkonundan uçak kalkana kadar el salladı. Sonra da uçak havalandıkça babam, annem arkadaşlarım gittikçe küçüldüler. Londra Heathrow Havalimanı göçmen polisinin önüne geldiğimde saat akşamın 8'i olmuştu. Yıllardır Londra'da yaşayan amcamın oğlu gelip beni alacaktı.
Çalışma vizesiyle görevli geldiğim için bana bir yıl oturum verdiler. Valizimi alıp bekleme salonuna çıktım. İki saat gibi bir süre bekledim ve Emirali abimden haber yoktu. Telefonla arayarak nerede olduğunu sordum. Kendisinin işinden izin alamadığını ve gelemeyeceğini söyledi. Ama bana her şeyi tarif ederek onun bulunduğu Kuzey Londra’daki Angel bölgesine gitmemi istedi. İngiltere'ye geleli saatler olmasına rağmen Londra'yı bir ucundan diğer ucuna katetmiştim.
Yeni ofisim Kuzey Londra'da Newington Green semtindeydi. Bodrum ve zemin katı Aka şirketinin beyaz eşya işletmesiydi. Birinci katta teleks ve fotoğraf stüdyosu vardı. İkinci katta da ofis masalarımızla dolu bir çalışma odası. Bir arabamız vardı ve o aracı kullanıp bana yardımcı olacak Mehmet Bey ve eşi de yanımdaydılar. Yani her şey mükemmel bir şekilde düşünülüp hazırlanmıştı. Bütün bunlar 1982 yılı için mükemmel üstü bir şeydi.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde ofise gelmiştim. Mehmet Bey'in eşi kapıya vurup içeri girdi;
- Günaydın Timur Bey nasılsınız? Mehmet dışarıda arabada bizi bekliyor. Patron sizi görmek istiyor, dedi. Demek ki bir patronumuz daha var. Boşuna değil bu kadar masraf, profesyonelce hazırlıklar... Bu patronumuz işi bilen biri diye düşündüm.
Çantamı alıp çıktım. Mehmet Bey ve eşi ön tarafta oturuyorlardı, ben de arka koltuktaydım. Mehmet Bey;
- Rahat ol, Timur Bey patron bizi size yardımcı olmak için görevlendirdi. Bizim işimiz sizi istediğiniz yere götürmek. Eşim de size İngilizcenizin yetersiz olduğu yerde yardımcı olacak, dedi...”
 
ATATÜRK, BABAM VE ALPASLAN TÜRKEŞ..
Ekim 2012, Londra
Atatürk, sağlık durumunun bozuk ve ölmek üzere olduğu haberlerinden çok rahatsız oluyordu. Bütün dünya basını onun sağlığı ile ilgili asılsız haberler yapıyor ve bu haberlerin kısa zamanda Atatürk'e ulaşması sağlanıyordu.
19 Mayıs 1938 tarihinde Ankara’da düzenlenecek törenlere katılmaya karar verdi. Bu törenlere katılarak adeta tüm dünyaya ölmediğini gösterecekti. Ama bu Ankara ve Ankaralılar ile son görüşmesi olacaktı.
19 Mayıs töreninin ardından bir hafta içerisinde Ankara’dan ayrılmış ve çok önem verdiği vatandaş mektuplarını da yanına almıştı. Şikâyetler, istekler, dilekler ve temennilerle dolu bu mektupların hepsini okur, vakti oldukça tek tek cevap vermeye özen gösterirdi.
26 Mayıs 1938 günü Ankara’dan ayrıldı. Yavaş ve rahat bir yolculuk yapmalıydı. Yol boyunca gelen mektupları gözden geçiriyordu. 1 Haziran 1938de İstanbul’da Savarona Yatına geçti. Salih Bozok'u yanına çağırdı ve yol boyunca okuduğu mektuplardan bazılarını ona verdi. Yaveri yanından ayrılmadan;
- En üstte bulunan zarftaki mektup Kıbrıs'tan gelmiş. Onu oku ve gerekeni yap ve o delikanlıyı bulursan bana getirin kulağını çekelim, dedi.
Hava çok sıcaktı İstanbul yanıyordu. 25 Temmuz günü Dolmabahçe Sarayına geçti. Vasiyetini tamamlayacaktı. Çalışmalarına başladı. Bir gün yaveri;
- Paşam bana verdiğiniz mektuplardaki Kıbrıslı delikanlıyı sanırım bulduk.
- Nerdeymiş?
- Bir tanesinin adı Alpaslan 25 Kasım 1917, Lefkoşa doğumlu Harbiye'de okuyor. Bu Kıbrıslı delikanlının yardımıyla aradığımız kişiyi bulduk. Onun adı Ali, 25 Mayıs 1918 Mehmetçik köyünde dünyaya gelmiş. Mülkiyede okurken asker olmuş.
Atatürk, Salih Bozok'u dikkatlice dinlerken birden söze girer;
- Tamam Ali, nerdeyse derhal bulup getirin. Sana verdiğim o mektubu da getir gelirken, der.
Yaver hafif bir gülümseme ile;
- Paşam getirdim bile delikanlı kapının önünde bekliyor, der ve eliyle muhafız askere kapıyı açması için işaret eder.
İçeriye giren genç bir askerdir. Selamı verir tekmilini söyler ve öylece hareketsizce durmaya başlar. Atatürk bir süre gencin yüzüne baktıktan sonra;
- Senin adın Ali mi? Kıbrıslısın değil mi?
- Evet paşam...
- Peki, Fatma senin neyin oluyor?
- Verin bu mektubu okusun!
Genç asker verilen mektubu hareketsiz ve tek solukta okuyup bitirir. Kıbrıs'ta yaşayan ailesi Ali Mehmet isimli kardeşlerinin 1934 senesinde okumak için Türkiye'ye geldiğini ve kendisinden bir daha haber alamadıklarını yazmıştır. Galatya köyünde yaşayan ağabeyi ve ablası, Gazi Hazretleri diye başlayan mektuplarını büyük umutlarla son çare olarak Atatürk'e göndermiştir.
Atatürk genci yanına çağırır iki kulağından tutar;
- Sen neden ailene haber vermedin? Neden insanları korku ve merak içerinde bıraktın? Hemen şuraya oturup bir mektup yazıyorsun ve Salih Paşaya veriyorsun, diyerek genç askeri azarlar...
Aradan yetmiş yıl geçer. 25 Mayıs 2008 günü babamın 90. yaş gününü kutlarken babam bana;
- Kulaklarımda hâlâ Atatürk'ün ellerinin sıcaklığını hissediyorum, demişti.
Çocukluğumun en güzel hatıraları arasında, babam ve Alpaslan Türkeş arasındaki esprili konuşmaları da vardır. Ender zamanlarda karşılaştıklarında rahmetli Babamın;
-Atatürk'e beni sen gammazladın, diyerek gülümsemesini, rahmetli Alpaslan Bey'in de;
- Be gardaş senden 6 ay büyüğüm ağabeyinim, diyerek kahkaha atması gözlerimin önünden hiç gitmiyor.
Babam; 29 Eylül 2011 gecesi krem rengi takım elbisesini kravatını çıkarıp askıya yerleştirdi. Şapkasını üzerine koydu. Bastonunu da yatağının kenarına bırakıp pijamalarını giydi. Her gece olduğu gibi elini yüzünü yıkadı, ağzını temizledi, kokusunu sıktı, bakıcısı ile şakalaştı ve yattı.
30 Eylül 2011 sabahı yüzünde hafif bir tebessüm olduğu halde uyanmadı...”
Timur Öztürk kimdir? KKTC Halkın Sesi Gazetesinde başlayan gazetecilik macerası, Kıbrıs, Türkiye ve İngiltere üçgeni arasında devam etti. 1982 yılındaki İngiltere yolculuğuna, 1991-1998 yılları arasında Türkiye’de mola verdi.
Show Tv, Kanal D, Star Tv, CNN Türk gibi ulusal kanalların yanı sıra bazı yerel yayın organlarında da program yapımcılığı ve muhabirlik yaptı. 1994 yılında Milas Radyo Televizyon Genel Yayın Yönetmeni olarak RTÜK tarihinin ilk kapatma cezasını alan kişi olarak kayıtlara geçti.
Sıcağı Sıcağına, Temiz Eller, Böyle Gitmez, Söz Fatoda gibi bir döneme damgasını vurmuş televizyon programlarına emek verdi. 1998 yılında eşi ve iki çocuğu ile birlikte tekrar İngiltere'ye yerleşti. CNN Türk İngiltere Temsilciliği görevine başladı. Gazete ve televizyon haberciliğine 1980 yılından sonra radyo sunuculuğuna da ekledi. Bugün Britanya’da yaşayan Türkçe konuşan toplumun özellikle üçüncü kuşağı Timur Öztürk un programlarının sıkı takipçileri arasındadır.
2012 yılında açık kalp ameliyatı olup aktif gazeteciliği ve televizyon muhabirliğini bıraktı. Britanya’da günlük yayınlanan The Daily Mirror gazetesinde serbest gazeteci olarak mesleğini sürdürmektedir. 2016da eşinden ayrılan Timur Öztürk, üç erkek, bir kız çocuğu babasıdır.