Adı üstünde; Kanlıdere…
Kıbrıs’ta savaşların, katliamların; en eski, yakından, bire bir tanığı…
Su yerine çoğu zaman kan aktı bu dereden…
Templar Şövalyeleri, katlettikleri Kıbrıslıların kanlarını bu dereye akıttılar…
Osmanlı Lefkoşa’yı alırken, Venediklilerin kanları da bu dereden akıp gitti Mesarya’ya…
1963’lerde Kumsal katliamında Rum milisler az mı kan akıttı bu dereye…
Lefkoşa’nın “gerdanlığı” olması gereken bu güzelim doğal miras, bu kenti ikiye ayıran doğal sınır oldu yıllar boyunca…
Bir tarafında Rumlar, bir tarafında Türkler…
İşte bunca kana bulaşmış bu “kanlıdere”nin, yakın tarihimizde bir “insanlık, minnet, sevgi, merhamet” öyküsüne tanıklık ettiği gün ışığına çıktı…
Ve bu tanıklık, harika bir “belgesel drama”ya dönüştü…
Tarihi boyunca hep kan akan bu topraklarda, özellikle ölümün kol gezdiği çatışma günlerinde, eminim ki çok gizli kalmış “insanlık” öyküleri yaşanmıştır…
Kıbrıslı Yönetmen Cemal Yıldırım; bunlardan birini perdeye taşıdı…
Filmin adı: Süt Babam…
1974 Temmuzunda, Türk askerleri Beşparmakların eteklerine inerken, Lefkoşa’da “Kanlıdere”nin iki tarafında Türkler ve Rumlar, birbirine mermi yağdırıyor…
Mehmet (Kılıç) Hulusi, Rum tarafını gören yüksek apartmanların birinin tepesinde “mücahit” olarak görev yapıyor…
Günlerden beridir mevzidedir… Birçok arkadaşı gibi, her an bir havan topu mermisine hedef olabilir… Ama onun aklında sadece bir tek düşünce vardır: Üç ay önce doğan kızı İlknur…
Kesif çatışmaların hafiflediği bir anda, kasaba içinde sığınak olarak kullanılan bodrum katında saklanan eşini ve kızını ziyaret eder…
Bakar ki; bebek İlknur’un sütü yoktur ve çelimsiz durumdadır. Annesi ise çaresizdir ve yapabileceği hiçbir şey yoktur…
İlknur, Lefkoşa’nın Rum tarafında bir Rum doktorun kliniğinde doğmuş, kalp rahatsızlığı olan sorunlu bir bebekti. Çok özel bir süt ile beslenmesi gerekiyordu…
Adı “Pelargon” olan bu süt tozu, teneke kutu içinde eczanelerde satılıyordu.
Savaş nedeniyle, Türk tarafındaki eczanelerde tüm diğer ilaçlar gibi “Pelargon” da tükenmişti…
Mehmet; bir gece karanlığında mevzisinden çıkarak, Kanlıdere’ye indi ve Rum mevzisine doğru ilerlemeye başladı…
Ellerini havaya kaldırmıştı ve elindeki süt kutusunu göstererek “milk milk” diye bağırıyordu…
Karşı mevzideki Rum askerleri çok şaşırdılar… Elindeki kutuyu “bomba” sandılar. İçlerinden biri tam da ateş etmeye hazırlanırken, Andreas, Mehmet’i tanıdı ve dereye inerek yanına ulaştı…
Mehmet ile Andreas, önceden tanışıyorlardı…
Uzun nöbet saatlerinde, uzaktan uzağa sohbet eder, birbirlerine sigara ve kola verirlerdi…
Andreas, Rum tarafındaki eczacıları dolaşarak bulduğu sütleri Mehmet’e getiriyor, anlaştıkları yere bırakıyor ve Mehmet de gidip oradan süt kutularını alarak İlknur’a götürüyordu…
Andreas, büyük bir risk almaktaydı… Komutanları bir duysa “Düşmanla işbirliği” yaptığı için başı büyük belaya girebilirdi…
Üstelik Andreas’ın kardeşi, 1963’te Türkler tarafından öldürülmüş ve yakın zamana kadar da cesedine ulaşılamamıştı.
Andreas’ın “kin nefret” gibi duygulardan ve “düşmanlık”tan uzak bir çabayla gösterdiği “insanlık” sonucunda, İlknur sütsüz kalmadı ve kısa zamanda toparladı…
Andreas bir gün, Lefkoşa’da tüm Rum eczanelerini dolaşıp, talep edilen miktarda süt bulamayınca, bir eczanedeki açık bir kutu sütü de almak zorunda kalmıştı.
Mehmet’le buluştular… Kendisine kutuları verirken, birlikte getirdiği su ve şişe ile açık süt kutusundan bir miktar süt tozu alarak karıştırdı ve yaptığı sütü orada içmeye başladı…
Andreas’ın bu davranışı; Mehmet’i çok şaşırtmıştı… Andreas; kutusu açık olan sütün “zehirli” olmadığını göstermek için bunu yapmıştı…
Ne de olmasa karşılıklı iki mevzide birbirini her an öldürmeleri için emir bekleyen iki “düşman” askeriydiler ve Andreas Mehmet’e güvence vermek istemişti.
1974 savaşında 3 aylık olan İlknur; şimdi 47 yaşında… Çocukken, babası ona hep Andreas’ı anlatıyordu… İnsanlığını, merhametini, çocuk sevgisini, hassasiyetini…
İlknur; Andreas’ı tanımadan, onu bir “baba” olarak çok sevdi, ona minnet duygularıyla bağlandı ve yaşamını, onu bulmaya adadı…
İlknur, bugünlerde yıllar süren bir zorlu serüvenin ardından “Süt Babam” dediği Andreas’ı babası ile buluşturmanın gururunu ve sevincini yaşıyor…
Yönetmen Cemal Yıldırım; bu topraklarda “barış”ın değerini kafamıza ve gönlümüze nakış nakış işleyecek bu yaşanmışlığı harika biçimde perdeye taşımakla büyük bir iş başardı…
Bir roman tadında ve zaman zaman şiirsel bir kıvamda süren belgesel; müziği, kurgusu, modern sinema tekniklerini kullanması, resmi tarih dışındaki arşive önem vermesi, “Türklük Rumluk” retoriklerinin ötesinde dengeli olması, barışçı dil kullanması bakımından bu alanda ödüller kazanmaya layık ve adaydır.
Belgeselin senaryosunu bizzat İlknur Yıldırım yazdı. Doğal Kıbrıs ağzıyla “barış dili”ni çok iyi harmanladı…
Bu “belgesel” adamızda düşmanlığa değil, barışa ve insanlığa; ayrılıkçılığa değil, birleşmeye ne kadar muhtaç olduğumuzu kafalara bir kez daha “dank” ettirecektir…
Hem de büyük bir pozitif sarsıntı yaratarak…