Bu günler elbette geçecek…
Bundan hiç kuşku duymuyorum…
Yaşar Ersoy Ustamız, “Yangın Yerinde Kabare” oyununu bir gün yeniden sahneleyecek…
Ama bu kez adını değiştirmek zorunda kalacak…
Belki de “Corona Yerinde Kabare” koyacak oyunun adını…
Şimdiden, o müthiş sahneyi hayal ediyorum…
“Corona” mücadelesi veren küçücük bir toplumda, bir “ahbap”ın özel öğrenci yurdunun yemekhanesi…
Adına “Başbakan” denilen bir siyasetçi, sağdan soldan alel acele iki tane direkli bayrak buluyor ve onlardan bir “makam” oluşturuyor…
Yurdun sahibini de yanına alıyor ve “kabare” oyunu başlıyor…
Ellerini iki yanına açarak, “Hilton be burası… Hilton” diye avazının çıktığı kadar bağırıyor…
“Başbakan” kızgın ve öfkeli… Ağzından çıkanı kulağı duymuyor…
“Nerdedir be bu Akıncı, gelsin görsün” diye sesini yükseltiyor…
Yanında “yağcılar” da var…
“Evet efendim, haklısınız efendim” diyerek “Başbakan” denilen kişiye gaz veriyorlar…
O da pervasızca, birilerine “bunu yarın manşet yap” diye direktif veriyor…
“Başbakan” denilen kişinin “reklam yıldızı” yeteneği aniden fark ediliyor ve yurt sahibi ile birlikte “buz gaymak” gibi olan tuvaletleri gezmeye başlıyorlar…
Kim bilir, belki de Yaşar Usta; bu kabare oyununu sahneye koyduğunda, o ülkedeki “uyuyan” ve uyanınca da ortalığı birbirine katan “Başbakan” adlı kişiye bu oyunda rol vermeyi bile deneyebilir…
Bizler de kahkahalarla gülerken, avuçlarımızı patlatıncaya kadar alkışlarız…
Aslında bu “gergin” günlerde, Başbakan Tatar’ın İngiltere’den uçakla getirilen öğrenciler için “karantina” olarak belirlenen özel bir öğrenci yurduna gitmesi, “reklam” yapması, kameralar karşısında kendi ortağını, muhalefet liderini, yüzlerce aileyi ve Cumhurbaşkanı’nı, hepsini birden “sulu” bir üslupla adeta topa tutması bir “panik” halidir…
Adeta “suçüstü yakalanmış” bir psikozla sergilediği saldırgan ve dikkatsiz üslup; ciddiye alınmasa da, gülüp geçilse de bu “olay”da özellikle aklı başında UBP’lilerin bile tepki göstermesi gereken birçok husus vardır.
En önemlisi; bu sinirle, bu öfkeli duygularla “Kriz yönetimi”nde çuvallayacağımız ve Tanrı korusun, daha kötü günlerde ipleri böylesi bir Başbakan’ın eline vermenin “riskli” olacağını görmemiz gerekiyor.
Başbakan’ın kendisinin yurtdışındaki öğrencilerin buraya gelmesini istemediği ve onlara “kalın olduğunuz yerde” diye çağrı yaptığını unutmayalım. Buna karşın öğrenciler ciddi bir “insiyatif” ile yurtlarına gelmek için organize oldular ve Hükümet’e de maddi anlamda “yük” olmadılar. Aileler ise, ceplerinden fahiş fiyatlarla bilet keserek bu “ticari” uçuşun gerçekleşmesini sağladılar.
Bu öğrenciler ve aileleri Dikmen tepelerinde “Hilton” vardı da, burada kalmayı istemediler gibi bir suçlamayı hiç hak etmediler.
Saatler süren yorucu bir yolculuktan sonra, aç susuz geldikleri kendi ülkelerinde götürüldükleri yurdun “hijyen” koşullarının olmadığını görünce haklı olarak tepki gösterdiler.
Eğer, Ersin Tatar telefonunu kapatmayıp, Cumhurbaşkanı kendisini saat 05.00’te aradığında olaya müdahale edebilseydi, elbette sorunu kendisi çözecekti. Belki de yurdu dezenfekte ettirir ve çocukları birkaç saat orada beklettikten sonra yerleştirirdi.
Ama uyuyordu ve kalkmamıştı… Cumhurbaşkanı’nın çağrısına da yanıt vermemişti…
Peki kriz içinde bir ülkede bir Başbakan’ın “iletişime kapalı” olması, Cumhurbaşkanı’nın çağrısına yanıt vermemesi ve Cumhurbaşkanı’nın olay yerine bizzat gitmek zorunda kalması Tatar’ın özür dilemesini gerektiren bir yanlış “davranış” ve “eksiklik” değil mi?
Olağanüstü koşullar içindeyiz. Tanrı aşkına… Bir savaş hali olsa, Cumhurbaşkanı, Başbakan’a ulaşamayacak mı? “Kriz masası” başkanı olarak Başbakan Tatar’ın, Cumhurbaşkanı ile “iletişimi”nin, çok özel bir biçimde, gerekirse özel bir kırmızı hatla sağlanması gerekmiyor mu?
“Kriz yönetimi” böyle mi olur? Kapat telefonu yat…
Hükümet ortağı Özersay’ın olay yerine gitmesi ve hemen olaya el koyması takdire şayandır. Ancak o da, oraya gittiğinde zaten Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olayı çözmüş ve bu da Cumhurbaşkanı tarafından öğrencilere açıklanmıştı. Hatta “torpil” iddiaları üzerine gidilecek yere ilişkin aralarında kura çekmelerini de önermişti. Özersay bu “karar”ları silip süpürdü ve kendi istediği bir başka yere öğrencileri gönderdi.
Cumhurbaşkanı, tabii iki hükümet ortağının bu beceriksizliğini, “biri yapar, biri bozar” durumunu istismar etmedi. Orada sessiz kaldı.
Ancak bu özel yurdu, Sağlık Bakanlığı’nın tespit etmediği, oraya önceden gidip teslim alınmadığı, karantina şartlarının kontrol edilmediği ortaya çıktı. Bu yurt ile Maliye Bakanı’nın “anlaştığı” belirlendi.
Demek ki; bizim Başbakan “yetki”ler konusunda hükümetine hâkim değil. Sağlık Bakanlığı’nın işini başkaları yapıyor. Herkes her işe karışıyor. Üstüne üstlük, bu özel kuruluşun “parti bağları” nedeni ile tercih edildiği, korunduğu iddiaları da ayyuka çıkmış bulunuyor.
İşte bu noktada Başbakan’ın hem “partizanlık” hem de hayati bir konuda “parti siyaseti” yaptığı ortaya çıkıyor.
Başbakan’ın bir özel yurdu bu kadar överken, yüzlerce aileye “yalancı” muamelesi yapması, ülkesinin Cumhurbaşkanı ile adeta hakaret tonunda dalga geçmeye çalışması bu özel olağanüstü dönemde “tolere” edilebilecek davranışlar değildir.
Dua edelim ki ağırbaşlı, affedici, sabırlı bir Cumhurbaşkanımız var…
Son söz: UBP’li bazı “yandaş”ların olaya “toplumsal fayda” bağlamında bakmasını ve Tatar’ı çok hoşuna gitse de futbol holiganları gibi gofgoflamamasını dilerim.
Aklı başında UBP’lilerin Başbakan’ın bu tutumunu onaylamadıklarından eminim.