Rauf Bey’e mektup yazdım…

Abone Ol

Sevgili Rauf Bey;
15 Kasım günü, halinizi hatırınızı sorayım dedim…
Doğa size çok cömert davranmış bu mevsim…
Bahçenizdeki çam ağaçları serpilip büyümüş…
Yemyeşil çimler topraktan adeta fışkırmış…
Yan yatmış bir yeni yetme çam ağacı vardı, boynu bükük olduğu yerde duruyor…
Ona baktım uzunca bir süre… Cem Karaca’yı anımsadım…
“Ben bir çam ağacıyım, Cumhuriyet parkında…
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında…”
Gerçekten kurduğunuz “devlet”i yönetenler, bu “mekân”ın pek farkında değil…
Sizin “ekolünüzden” beslenmiş, sözümona şimdiki “iki devletçi” siyasetçiler; akıl almaz yerlere, gezilere, reklam ve propaganda videolarına, tören posterlerine paraları harcıyorlar ama bu “mekân”ın özellikle 15 Kasımlarda öyle terkedilmiş, yarı bitmiş görüntüsüne el atmayı akıl edemiyorlar…
Bereket versin ki “doğa” var… “İnsan eli değmeden” bu mekânı yağmuruyla güzelleştirmiş…
Artık insanlar, buralarda vakit geçiriyor, oturup bu yeşilliğin tadını çıkarıyor, sizi de yalnız bırakmıyorlar…
Geleniniz, gideniniz çok Rauf Bey… Ancak Lefkoşa’nın en güzide yerinde bu yarım bırakılmışlık ve “terkedilmişlik” görüntüsü insanların tepkisine yol açıyor…
Özellikle yurt dışından gelen yabancılar, hayretler içinde kalıyorlar… Bir levha bile yok, ziyaretçilere yol gösteren biri de yok…
Bu “beceriksizliği” ve “vefasızlığı” geçen gün, size çok yakın bir noktada oturup, uzun uzun düşündüm Rauf Bey…
Aklıma, Annan Planı referandumuna sadece bir hafta kala, 15 Nisan 2004 Perşembe günü, TBMM’nde yaptığınız konuşma geldi… “Kıbrıs meselesi hamasetle halledilemez” demiştiniz…
Siz göçtünüz, hamaset arşa yükseldi… Eski dönemleri geride bıraktı…
“İki devletli” siyasetinizin o zamanki çömezleri, bugün “yeni fikir” diye sizin BM raporlarına geçen tezlerinizi piyasaya sürüyorlar…
Bunu yaparken de; “tez”lerinize, 2003’lerde savaş açmış olan TC yetkililerinin “patronajına” sığınıyorlar…
Ne gariptir ama değil mi Rauf Bey?
2003-2004’lerde sizi Lahey’e ve New York’a zorla gönderenler, bugün sizin o günlerdeki “tez”lerinizi dillerinden düşürmüyorlar…
Bugün; üçlü görüşmeye, beşli görüşmeye karşı çıkıyorlar, Berlin’e gidilmesine bile tahammül göstermiyorlar…
Kısacası Rauf Bey; buraları çok değişti; çok…
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, 1 Nisan 2003’te Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda değindiği gibi “Bizim vizyonumuz konfederasyon, iki devlet esası ve toprağın global halli, Türk garantisinin devamı…” diyordunuz ya, işte bu “vizyon”a bugünlerde “yarım yamalak” sarılan ama içini doldurmayan acemi bir “siyasi kadro” işbaşında…
Ancak ne ilginçtir ki; tıpkı yattığınız mekâna yönelik “vefa” ve “saygı” yoksunluğunu, patenti ve telif hakkı size ait olan bu “vizyon”un takdiminde de görüyoruz…
Bir tek farkla…
Sizin Bağımsızlık Bildirisi’ne bile koydurduğunuz “federasyon”un “öldüğünü” ilan edebilecek hamasi bir cüretle, meydan okuyorlar Birleşmiş Milletler’e…
Sevgili Rauf Bey…
Sizinle ilk karşı karşıya gelmemiz bir 15 Kasım günüydü…
Tamı tamına yarım asır önce…
Geçen gün sizi anarken, ta Geçitkale’ye (güneyde) uzandım.
Grivas’ın; 15 Kasım 1967’de saldırdığı Köfünye’de birkaç yıl sonra köy sinemasında bir anma gecesi düzenlemiştim.
Henüz 20 yaşındaydım. Tören sırasında “Ülkü Ocakları” adlı bir derneğin mesajını okumam istenmişti. “Tanrı Türkü korusun” sloganıyla sona eren şöven bir metindi. Okumayı reddettim.
Gece sona erince, “Bu geceyi düzenleyen çocuğu çağırın” demişsiniz…
Köyün dışında “Bebek Bar”da “U” düzeninde oturuyordunuz…
Beni, tam karşınıza oturtmuşlardı…
Kendimi mahkemede sanık sandalyesinde gibi hissettim o soğuk akşamda…
Oysa ben, bu anlamlı gecenin ardından kutlanmak üzere çağrıldığımı sanıyordum…
Yüksek sesle “Ülkücülerin mesajını neden okumadın?” diye sorduğunuzda, elim ayağım birbirine karışmıştı…
Kendimi çarçabuk toparlayarak size “okkalı” bir yanıt vermiştim. Yanınızda Prof. Orhan Aldıkaçtı da vardı. “Okulunda tüm gençler senin gibi solcu mu?” diye çıkışmıştı bana.
Arkasından da, soluğu “Öğretmen Koleji”nde almış, öğrencileri adeta “istintaka” tabi tutmuştu…
İlerleyen yıllarda sizinle hep “atıştık…” Esprilerle birbirimize takıldık… Karşı karşıya geldiğimizde “sevecen” ve “şakacı” tavırlarınıza muhatap oldum.
Genç TV’de size “Viagra kullanıyor musunuz?” sorusunu sorabilecek kadar “samimi” programlarda buluştuk…
Kanal T’de, onlarca seri program yaptık. Ta 1920’lerden günümüze Türk toplumunun geçirdiği evreleri konuştuk. “Osman Örek ile Nejat Konuk’u neden yediniz?” gibi sorular sordum size…
Annan Planı sonrasında da Radyo Mayıs’ta düzenli aralıklarla söyleşiler yaptık.
Biliyor musunuz Rauf Bey, bizim buralarda; hâlâ en çok okuyan, en çok yazan, en çok kitabı olan Kıbrıslı Türk unvanını taşımayı sürdürüyorsunuz…
Aktif gazetecilik yaptığım yıllarda, ikide bir uzun mektuplar alıyordum sizden… Karşıtlarınıza, muhaliflerinize görüşlerinizi bıkmadan, usanmadan tane tane anlatmanız, çok özel ve saygın bir niteliğiniz idi.
İstedim ki, bu 15 Kasım’da ben de size bir mektup göndereyim…
Sevgili Rauf Bey; Sayın Kurucu Cumhurbaşkanı;
Bu “doğal” mekâna sıkça geleceğim. Gelenin gidenin sorularını yanıtlamanın keyfini yaşayacağım.
Anınız önünde saygıyla eğilirim.