TAM 66 YIL ÖNCEKİ ACILARI DÜŞÜNÜYORUM

Abone Ol

            Moralı Şerife ablanın Meriç köyünden gelişi ve siyah çarşafını omzuna atması hala daha aklımdadır.
            Rahmetlik Şerife abla bizim çok yakın aile dostumuzdu.  Lefkoşa’ya her gelişinde bize uğramadan mitinglere  veya özel işlerine gitmezdi.  Rahmetlik annem Naciye Hanım’la bizim sündürmede ve havuz başında otururlar, sabah kahvelerini öyle içerlerdi.
            Annem anlatmıştı bana...
            Gerek erkek, gerekse kız liseleri, miting ve nümayışlerin başını çekiyordu.  Biz de o nümayişlerin ve haykırışların birer çekirdeğiydik.
            O erkek lisesinde çok yoğun bir hazırlık vardı okula gittiğimizde.  “Ya Taksim, ya ölüm” gibi pankartlar ve ay yıldızlı Türk bayrakları avuçlarımızdaydı.
            Erkek lisesi olarak naralar atarak liseden Sarayönüne kadar yürümüştük.  Sokaklar mahşer gününe dönüşmüştü.  Henüz TMT kurulmamış, VOLKAN aktifti.
            İngilizler işi sağlam tutuyorlardı.  Sokaklar İngiliz cipleri ve İngiliz askerleri ile doluydu.  Heyecanın doruk noktasındaydık ki, İngiliz cipi siyah çarşaflı Şerife ablayı ezmiş ve şehit etmişti.  Ölen çarşaflı kadının Şerife abla olduğunu öğrenen annem, iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamıştı.  Sabah kahvesini Şerife abla ile birlikte içen annem, sanki de bir kızkardeşini kaybetmiş gibiydi.
            O tarihde, aynı günlerde Şerife abla ile birlikte İngilizlerin şehit ettikleri Türklerin sayısı yediydi.  O güne kadar İngilizler bu kadar katı olmamışlardı.  Ve vu iki tarih, 27-28 Ocak, tarihe şehitler haftası olarak geçecekti.  Mustafa Ahmet ve Sermet Kanatlı da tanıdık arkadaşlardandı.  Llefkoşa insanı ne ki...  Herkes birbirini tanırdı.
            Tanıdık olunca insanın üzüntüsü bir başka olur.
            Esasında 1958 yılı, EOKA’nın azıttığı ve nümayişlerin tavan yaptığı bir yıldı.
            Nitekim 2 Ağustos 1958 tarihinde Güzelyurt’lu tıp fakültesi öğrencisi Dr. Erol Ahmet, hasta annesi için Kıbrıs’a gelmiş ve Rum eczacıdan ilaç alırken, EOKA’cıların çapraz ateşiyle şehit edimişti.  İşte o günlerdi ki, TMT kurulmuş ve daha bir örgütlenmeye başlamıştı Türkler.
            Dr. Erol Ahmet’in büyük ablasıyla komşuyduk.  O gün Erol’un ablası Aliye abla ve eşi Muammer dayı, küçük kızkardeşleri Letafet hanımı Güzelyurt’a götürmek ve Dr. Erol’u alıp Lefkoşa’ya  getirmek istiyorlardı. O ailenin içinde hep öldürülme korkusu vardı.  Hatta sorguluyorlardı.
            “Bizim Erol da şimdi buldu gelsin Kıbrıs’a” diyorlardı sitem sözleri ile.
 O gün beni de beraberlerinde götürmüşlerdi.
            Aliye abla rahmetlik, şöyle demişti yolda giderken.
            “Bizim Erol’un vurulmasından çok korkuyorum.”
            Güzelyurt’a girerken, bir motosiklet rüzgar gibi Güzelyurt’tan çıkıyordu.  Motosiklet’te ik Rum vardı.  İçime bir kurt düşmüştü, bilmeden.  Aliye ablanın da içine kurt düşmüştü, Erol’u vurabilirler diye.
            “İnşallah Erol abiyi vurmadılar...”
            Güzelyurt’a gidince o korkumun gerçeğe dönüştüğüne tanık olmuştum.  Dr. Erol’u vurmuşlardı.  Dr. Erol’un evi, bütün Türklerle bir mahşere dönüşmüştü.
            İngiliz’in örfi idare sirenleri çalmaya başlamıştı. 
            O gidişimiz, kan ve gözyaşları ile doluydu.  Dönüşümüzde, bir cenaze arabası Dr. Erol’un kanlı kefene sarılı cesedini taşıyordu.  Bizler de ölü arabasının arkasından Lefkoşa’ya dönüyorduk.  Dr. Erol için kesilen ve paket yapılan kefen kumaşı benim kucağımdaydı.
            Ertesi gün, Dr. Erol’un naaşı kefene sarılarak tabutunu Hayriye ablasının avlusundaki asmanın altına koymuşlardı.  Hayriye abla da Dr. Erol ve Aliye ablanın kardeşleriydi.
            Biz Türkler nasıl unuturuz bu acıları?
            Alçak Rumlar Dr. Erol’un acıları az gelmiş gibi, babası Ahmet dayının hem parasını, hem de canını almışlardı.  Üzerinden 60 yıl geçmesine rağmen cesedi hala bulunamadı, 21 Aralık 1963’ten beri.  O aile mahvolmuştu.
            20 Temmuz’un üzerinden hayli zaman geçtikten sonra bir arife gününde babamın Küçükkaymaklı mezarlığındeki mezarını ziyarete  gitmiştim.
            Denktaş Bey de biraz ötede babası Raif Bey’le ilk oğlu Münir’in mezarında Fatiha okuyor ve mezarlarına çiçekler koyuyordu.  Babamın mezarından ayrılınca yanına gitmiş ve ben de birer Fatiha okumuştum onlara. Denktaş Bey’in elinde fotoğraf makinası vardı.
            Dualarımızı bitirince Denktaş Bey bana şöyle demişti:
            “Güvenir, gel bir de şehit mezarlarını ziyaret edelim birlikte.”
            İlk uğradığımız şehit mezarı, Dr. Erol’un mezarıydı.  Mezar mermerinin üzerine işlenmiş Türk bayrağı vardı.  O an Denktaş Bey’e Dr. Erol’un hikayesini anlatmış, daha sonra da Şefire abla ve diğer şehitlerin mezarlarına geçmiştik.
            Onlara da dualarımızı okuyunca Denktaş Bey bana şöyle demişti:
            “Bizim bu millet ganimetten kudurdu, bu insanlar da kara toprağın altında yatıyorlar.”
            Hayat ve mücadele gerçeğinde işte böyle anımsadım o acı günleri.
            Tüm şehitlerimize gani gani rahmet, yaslı ailelerine ve halkımıza başsağlığı dilerim.