Sanırım bu yazı yine Cenevre görüşmeleri arifesinde veya hemen sonrasında yazılmış olacak. Kıbrıs görüşmelerinin bilmem kaçıncısı zirvesi henüz bitmiş olacak. Yıl 2012, Ada Tv’de Gözde Bekir’in sunucusu olduğu programın sabah konuğu olmuştum. Yine o günlerde Kıbrıs konusu ısıtılıyor ve yeni bir görüşme sürecine hazırlanılıyordu. O dönem aktörler kuzeyde Sn. Derviş Eroğlu, Güneyde ise yeni yeni Sn. Anastasiyadis idi. Malum Derviş Eroğlu Kuzey Kıbrıs’ta gerek o güne kadarki görüşmelerde gerek Annan Planı sürecinde ve gerekse 2004 referandumunda açıktavrını hiç saklamamış, hep red cephesi komutanı olmuştu.Ne var ki Derviş Bey Cumhurbaşkanı olduktan sonra resmi tez olan “iki bölgeli iki kesimli Federal Kıbrıs” politikasını seslendirmeye başlamıştı. Güneyde ise Annan planına evet oyu veren Anastasiyadis’in olması antlaşama isteyen kesimlerde değişik bir heyecan yaratmıştı.
Tamam, bu defa olacaktı.
Televizyon programına böylesi bir atmosferde çağrılmıştım. Gerçekte programın konusunun ne olacağını tam bilmiyordum. Herşeyden konuşuruz demişti program sunucusu arkadaş.
Bu sefer Sn. Derviş Eroğlu’nun da Federal tezi savunması dolayısıyla ister istemez Kıbrıs konusunda kendisini uzman sayanlara biraz haksızlık yaparak, haddimizi aşarak, Kıbrıs konusunu konuşmaya, tartışmaya başladık.
Program sunucusu “Bu defa tamam herhalde Eşref Bey” dedi.
“Niye? Ne değişti ki?” dedim. Taraflardan Birleşik Kıbrısı en hararetli olarak savunan “Komünist” Akel Başkanı Hristofyas ve “Sosyalist” CTP başkanı Mehmet Ali Talat çözememişler, de şimdi iki aşırı sağ veya milliyetçi muhafazakar kesimleri temsil eden (ki ikisi de yıllarca ayrılıkçılığı ve şovenizmi körüklemişlerdi) bu liderler mi çözecek?” Diye söze girdim. Kıbrıs meselesinde tarafların olaya değişik bakış açıları (haklı veya haksız) ve farklı yaklaşımları olduğu sürece bu sorunun çözümünün çok zor olduğunu anlattım.
Taraflar derken, Anavatanlar, garantör ülkeler, bölgede, dünyada siyaseten ve askeri olarak egemen olmaya çalışan ülkeler ve ittifakları var olduğu sürece, sorunun gerçek tarafları olan Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların uğradıkları tüm haksızlıklara, adaletsizliklere, mağduriyetlere rağmen Kıbrıs meselesi çözülemeyecek görüşümü savundum.
“Ama bu sefer durum farklı” dedi sunucu arkadaşım. Akdenizde Kıbrıs adası etrafında, bölgede, enerji yatakları bulundu, Kıbrıslılar zengin olacak ve bu bölgeden çıkarılacak gaz ve petrol borularla Kıbrıs üzerinden Türkiyeye, oradan da Avrupaya gidecek olan bu boru hattı Kıbrıs’a da barış getirecekti. Böyle bir beklenti vardı.
“Doğru ama gözden kaçırılan, bölgede (Suriye, İran,Kuzey Irak ve Katar’da) bulunan ve dünyanın önümüzdeki 50- 60 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak kapasitede olan bu rezerv Petrol ve Doğal Gaz yataklarının varlığı ve paylaşımı Kıbrıs’ın tam bağımsız, birleşmiş, egemen bir ülke olmasını gerektirmiyordu. Tam tersine “Dünya emperyal güçlerinin kendi ülkelerinden binlerce kilometre uzakta Kıbrıs karasularında hatta topraklarında at koşturtacağı, bölünmüş ve askeri anlamda stratejik bir Kıbrıs onlar için çok daha evladır”demiştim.
Şimdi, Doğu Akdeniz’de 800 kilometre sahili olan, Suriye, Irak ve İran’a kadar yaklaşık 1000 kilometre kara sınırı olan Türkiye, neredeyse 3. Dünya savaşına sebep olacak olan bu Ortadoğu enerji yatakları için bölgede rol almaya çalışırken, Kuzey Kıbrıstaki statüsünden geri çekilecekmiydi?
Kıbrıslı Rumlar 1963’te 60 Cumhuriyetini dinamitlerken de 1974’te adanın yarısını ve ekonomik değerlerinin üçte ikisini Kuzeyde bırakırken de ve hatta Annan planına Hayır derken de hiçbir ekonomik kaygıyı dikkate almamışlardı.
Bugün, Rum Toplumu 43 yıl sonra tekrar ayağa kalkmışken, AB üyesi olmuşken, bölgedeki enerji yataklarında şu an itibarıyla söz sahibi iken sizinle hangi ekonomik kaygılarla,neyi paylaşmak isteyebilir?
Yani Cenevre’den niye umutlanmalıydık? Umutlanmamız için ne değişmişti?
Yanılmayı çok isterdim...