Yasaklı kitap… Kelepçe… Zafer işareti…

Abone Ol

1960’lı yılların sonlarında; Lefkoşa’da, Surlariçi’nde eski Selimiye İlkokulu’nun tam karşısında, iki katlı sarı taştan bir binanın alt katında kalıyordum. Binanın hemen bitişiğinde, köşe başındaki dip komşumuz ünlü müzik öğretmeni Jale Derviş’in piyanosundan yükselen büyülü sesler, delikanlı yaşamımızın monotonluğunu renklendiriyordu… 
Bekâr odamın penceresinin, ince lastikle tutturulmuş güllü kumaş perdesi, bir gün bir el tarafından kaldırıldı… 
Üniformalı birkaç polis “açın kapıyı” diye bağırıyordu…
İdadi Sokağı numara onsekiz’in ahşap, işlemeli kapısını açtık…
Birkaç bekâr gençtik. Elimiz, ayağımız korkudan titriyordu…
“Müfsidane yayın var bu evde…” dediler…
Bu sözcüğü ilk kez o gün duymuştum… Polis Çavuşu’na afal afal baktım…
“Emir aldık, evinizi yoklayacağız” dedi Çavuş…
Kütüphane raflarındaki kitaplara yöneldiler… Kerevetin (karyolanın) altında, karton kutular içinde onlarca kitabım vardı… Hepsini bir bir elden geçirdiler…
“Lenin” ve “Nazım” kitaplarını gördüklerinde aradıklarını bulduklarına sevindiler…
Hepsini topladılar, çekip gittiler…
Kapıdan çıkarken, Polis Çavuşu durdu, geriye döndü… 
-Nerelisin ya be oğlum sen? diye sordu…
-Lefkaralıyım, dedim…
-Kimlerdensin? diye sordu arkasından…
-Kahveci Emin’in oğluyum, dedim…
Adamın yüzünde, müthiş bir “sevecenlik” oluştu…
-Oğlum, ben İngiliz zamanında orada polislik yaptım… Babanın çok ekmeğini yedim, demez mi?
Babam; haberi olmadan imdadıma yetişmişti…
Polis Çavuşu; “Napacan be oğlum, bu Komonistik sana göre değil… Sen derslerine bak…” dedi ve çok sonraki yıllarda oğlum olunca anlamını keşfettiğim bir “baba” edasıyla çıkıp gitti…
Ne polisin müsadere ettiği kitaplarımı geri alabildim, ne de bana bir dava okundu…
Müsadere ettikleri kitaplarımdan bir tanesini çok iyi anımsıyorum…
“Yevtuşenko: Yaşantım…”
Bu baskın olayından birkaç hafta önce, birileri Lefkoşa’da bir Mücahit Komutanı’nın makam aracının üzerine asit dökmüş ve araç, büyük hasar görmüştü. Türkiyeli Tabur Komutanı, apar topar beni çağırtmıştı 22. Bölük karargâhına…
Huzuruna çıkıp, selamı çakar çakmaz:
-Söyle bakalım komonist; bu anarşik eylemi sen mi yaptın? diye sormuştu…
Çelimsiz bir delikanlıydım… Eylemci, anarşist bir görüntü vermiyordum. Her gün traş olan, parka giymeyen biriydim… Üstelik bu tür işlerde becerikli de değildim…
Ayrıca bunu yapmak için ne gerekçem vardı, ne de pratik zekâm…
TC’li Tabur Komutanı o gün beni; kitaplardan, sloganlardan, komünizmden, Nazım’dan sınava çekmişti…
Sonra da “siktir git lan” diyerek göndermişti…
Okumanın, hatta beş on kişilik gruplar halinde bir arada bulunmanın bile “risk” içerdiği yıllardı…
Nazım’ın kitaplarını Rum tarafındaki “Sputnik” kitabevinden alıyorduk… Türk tarafında satılmıyordu…
Nazım’ın “Noredna 5 Prosveta” adlı kocaman kalın ciltli bir kitabını almıştım en son… Bulgaristan baskılı… Polis Çavuşu bunu da götürmüştü… Bereket versin ki diğer ciltler evde değildi…
Geçtiğimiz günlerde; gazetelerde elleri kelepçeli kadın fotoğrafları eşliğinde yer alan “yasaklı yayın” haberlerini gördüğümde irkildim… Yarım asır öncesine gittim… 
O günlerde “yasak kitap listeleri” vardı… Sancaktarlar, Bayraktarlar vardı… Ama İngiliz döneminden kalma polisler de vardı…
Şimdi artık “yasak kitap listesi” yok… Ama o günlerde olmayan “kelepçe” var…
İnanın; beni bir yurttaş olarak en çok “inciten” görüntü; mahkeme koridorlarında çekilen bu birbirine kelepçeyle kenetlenmiş zanlı fotoğraflarıdır…
Şimdi; bu noktada, geçmişinde “yasak kitap” vurgunu yemiş bir kişi olarak bu olayı “acite” edebilir, duygusal dünyamıza dokunarak, acı bir tablo sunarak “vah da ne vah” diyerek “taraf” olabilirim…
Kısacası; rejimi yerden yere vurmak için elime geçen “altın fırsat”ı tepe tepe kullanabilecek yeterliğe sahibim…
Ama; gerçekten bu; işin kolayına kaçmak değil mi?
Bu olayda, yaşadığımız “berbat” durumları gizlemek, görmezden gelmek demek değil mi?
Sosyal medyada, bazı gazetelerimizde ve bazı TV’lerde eksik ve yanlış bilgilerle yaratılan “algı” akademik bir teze konu olabilecek çarpıklıklar içermektedir.
Israrla ve inatla; medyanın bir bölümünde, bazı sendikalarda ve bazı sözümona sol grupların yaklaşımlarında “yasak kitap” üzerinden, toplumun neredeyse sinir uçları ile oynandı…
Cumhurbaşkanı, Ombudsman, Başbakan “meram anlatmak için” akla karayı seçtiler…
Mahkeme haberlerinde “Sabah 04.30’da sıcacık yatağından kalkarak Lefkoşa’da Dereboyu’nda 4 reklam panosuna Kürtçe sloganlar yazan kadın eylemci”den pek fazla söz edilmedi… Gazetelerimizin sadece bir iki tanesi olayın yaşanmasına neden olan bu “ayrıntı”yı yakalayabildi. Gerisi işin kolayına kaçtı ve “insan hak ve özgürlüklerinin saldırı altında olduğu” algısı ile toplumun hemen tüm “kurumları” zan altında bırakıldı… 
Bu olayda sergilenen insan hakları ve özgürlükler konusundaki “hassasiyet”in bir bölümünde inanıyorum ki önemli miktarda “samimiyetsizlik” vardır…
Toplumun kurumlarına yönelik “itibarsızlaştırma” saldırıları vardır…
Tahammülsüzlük vardır, konuyu anlamamak için direnme vardır…
Tahrik vardır, provokasyon vardır… Birçok açıklamada ve haberin içeriğinde manipülasyon vardır…
Hatta ve hatta; CTP’yi vurmak, zayıflatmak, Başbakan’ı itibarsızlaştırmak niyetleri vardır…
Şaşırtıcı olan ise; bütün bunların; derinden, içeriden, dışarıdan, medyadan; adeta dört koldan, sağdan, soldan “topluca” hücuma geçmiş olmasıdır…
Öfkelenmeye, saldırmaya ne kadar da çok merakımız varmış…
Hele kahraman yaratmaya…
Çok daha aklı başında, çok daha sağduyulu, çok daha sol duyulu olmaya ihtiyacımız vardır…