“Yüce Allah, o insanın kanını bize nasip etmedi…”

Abone Ol

Sedat Peker diyor ki;

“Derin Mehmet bizi çağırdı. Kıbrıs’ta bir adam var. Bu adam Kıbrıs’ı Rumlara satmak istiyor.

Bizi bir doldur, boşalt… Bir doldur boşalt…

İki tane profesyonel... diyor.

Ben de dedim ki;

Kendi öz kardeşimi vereceğim sana… Bu işte çok iyidir. Uzmandır. Sokaklarda yetişti.

Korkut Eken ile Atila Peker THY uçağı ile Kıbrıs’a gidiyorlar. Yüce Allah o insanın (Kutlu Adalı) kanını bize nasip etmedi.

Korkut Abi ile konuştuk. Dedi tekrardan gideceğiz… Allaha yemin olsun… Bunlara bağlı başka bir ekip öldürmüş.”  

Kutlu Adalı cinayetinin “derin”lerin işi olduğunu herkes biliyordu ama Sedat Peker önemli bazı detayları gözlerimizin içine soktu…  

***

1950’li yıllarda, Kıbrıs’ta, adanın dört bir yanına dağılmış olan Türk köyleri; örgütsüz, gelecekten umutsuz, adeta başıboş durumdaydı…

İngiliz İdaresi, alt yapı hizmetlerini buralara ulaştırmada pek istekli davranmıyordu…

Kutlu Adalı, Antalya Lisesi’nden mezun olmuş ve doğduğu topraklara geri dönmüştü…

O dönemde, sivil toplum örgütleri “Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu” adı altında bir çatı örgütte bir araya gelmişti…

Örgütün Başkanlığını Rauf Denktaş yürütüyordu…

20’li yaşlarındaki heyecanlı gençlerden “ekip”ler kurdu ve “Yanınıza bir doktor, bir mühendis, bir eğitimci, bir tarımcı alın ve köylere çıkın” dedi.

Gençlerin görevi; köylülerin isteklerini, ihtiyaçlarını saptamak, umutlarını artırmaktı…

Kutlu Adalı genç bir “Cemaat Meclisi” memuru olarak, günlerce, aylarca Kıbrıs’ın hemen tüm köylerini gezdi, notlar aldı, yaşamlarını inceledi, raporlar hazırladı…

Kutlu Adalı, 1963 yılında, gezdiği tüm köylerde yaşadıklarını “acıklı” bir roman kıvamında kaleme aldı ve “Dağarcık” adlı 330 sayfalık bir kitapta topladı…

Kıbrıslı Türkler’in köylerine ve halkın yaşamına ilişkin tarihimizdeki ilk ciddi çalışma sanırım budur…

O günlerde, Denktaş’ın önderliğinde, “Nacak” adlı haftalık bir gazete yayımlanmaya başlamıştı. Başlığının altında “Her eve bir nacak lazım” yazıyordu…

Yönetim; Kıbrıslı Türklerin, kendilerini muhtelif saldırılardan korumak için evlerinde “nacak” bulundurmasını teşvik ediyordu.

Köyümde, Cuma günleri öğleden sonra, “Nacak”ı postaneden büyük bir heyecanla alır ve kapı kapı gezerek satardık…

Kutlu Adalı ve Nacak gazetesi yazarları; Türkiye’ye sadakatla bağlı, milliyetçi yazarlardı…

Atatürk’ün adını ağızlarından hiç düşürmez, ama “dinci”lerle de apaçık biçimde savaşırlardı…

Aslında, Kutlu Adalı ilk “ölüm tehdidi”ni o günlerde ve “dinci”lerden almıştı…

1963 yılında Dağarcık kitabını baskıya hazırlarken, yerel basında çeşitli yazarların kitaba ilişkin makaleleri yer alıyordu.

Adalı’nın “Kahvedeki Köy” öyküsü günlük Devrim gazetesinde yayımlanınca, köy sakinleri Adalı’ya haber uçurdular: “Köyümüze bir daha gelirsen, seni döveceğiz, öldüreceğiz.”

Adalı; köylerdeki dini yapılanmaları “Dağarcık”ta deşifre etmiş, köyleri gezen “nur yüzlü, tatlı dilli, pamuk elli “Şeyh”in düzenlediği “zihir geceleri”ni ortaya sermişti.

Adalı’ya göre; bu “Şeyh” köylerde Atatürk ilkelerine ters gerici çalışmalar yapıyordu. “Türk kadınlarından hile ile din kaidelerine uygun olmayan tuzaklarla” paralar topluyordu.

Adalı, Devrim gazetesinde “Şeyh” için çok sert, yazılarını sürdürünce, ölüm tehditlerinin ardı arkası kesilmedi…

Ancak kim derdi ki; 1963’teki bu ilk “ölüm tehditleri” üzerinden tam 33 yıl geçtikten sonra, yine bir başka “dini bağnazlık” öyküsü yüzünden “ikinci dalga” tehditlere maruz kalacak ve arkasından da, Lefkoşa’da Kızılbaş’ta sıcak bir Temmuz akşamında evinin önünde öldürülecekti…

Kutlu Adalı; 1990’lı yılların ortalarında, Denktaş’la yollarını çoktan ayırmış, muhalif kimliği ile rejim karşıtı yazılar yazıyordu…

Bir akşam, Mağusa’da “St. Barnabas” manastırına bir “resmi” baskın düzenlendi. Askerler, bazı bölümlerdeki mezarları talan ettiler. Sivil Savunma Teşkilatı’nın yürüttüğü “operasyonu”nun ucu JITEM ve Veli Küçük’e kadar uzandı.

Resmi açıklamalara göre operasyon “güvenlik” nedeniyle yapılmıştı ama askerlerin kazdıkları gizli bölmede ne buldukları hiç açıklanmadı.

İddialara göre “Barnabas İncili”nin kopyalarından biri bu manastırda saklıydı. Bir başka kopyası ise Anadolu’da daha önce ele geçirilmişti.

Kutlu Adalı, bu olayın üzerine yürüdü… Tıpkı 1963’lerde bu toplumun başına musallat olan “Şeyh”lerin, üfürükçülerin üzerine yürüdüğü gibi…

Hatta; öldürülmesinden birkaç gün önce benimle de bazı bilgileri paylaşmış ve tedirginliğini dile getirmişti.

Kutlu Adalı cinayetinin, işlendiği ilk andan itibaren “derin devlet” işi olduğu, Kıbrıs’ta genel kabul görmektedir…

Cinayetten önce, Kıbrıs’a Türkiye’den gelen “derin devlet bağlantılı” isimler de yıllardan beridir ortalıkta dolaşmaktadır…

Pazar günü, Sedat Peker’in bu konuda ortaya attığı iddialar “yenir yutulur” cinsten değildir…

Acaba; günümüz Türkiye’sinde bu “derinlik”lere inebilecek bir hukuksal irade var mıdır?

Ya Kıbrıs’ta? Burasını “kara para ve uyuşturucu merkezi” yapma projeleri, “iki devlet” safsatası ile birleştirilmiştir. Burası, uluslararası hukukun dışında tam anlamı ile “korsan” bir ada olsun istiyorlar…

Kıbrıslı Türkler; Türkiye’deki “mafya karşıtı” siyasal güçlerle birlikte bu oyunu bozmalıdır…

Kutlu Adalı cinayeti, kara para, tüm iddialar; yeniden araştırılmalıdır…