Karmaşık duygular içindeyim. Yaşam sürecimin değişik halkalarında kah kader birliği yaptığım, kah beraber olduğum , yakın durduğum dostlarım, ya ölüm döşeğinde kıvranıyor ya da Hakkın rahmetine ulaşmış onların acılarını paylaşıyoruz.
Ne acıdır ki çoğu kanser illetinin pençesinde ve dayanılmaz acıların içinde yaşamak denilemeyecek ortamlarda son günlerini geçiriyorlar.
Her cenazenin arkasından siyasiler adeta el çırparcasına taziyeler yayınlanıyor, üzüntü beyanları yapılıyor ama KKTC de kanser illetinin bu denli yaygın oluşu üzerine hiçbir çalışma yapılmıyor.
Önce Eren Defteralı nın onkolojiye yatırıldığı haberini aldım. Hastaneye gittiğimde kadim dostlarım Hasan Baştaşın ve Mehmet Akarın da onkolojide olduklarını öğrendim.
Önce Hasan Baştaş'ımız yürüdü ışığı bol olan koridora, ardından yemci Cahit ustamız, Serdar Saydam'ımız ve nihayet Mehmet Akar'ımız.
Doğuma inananların ölümü tevekkülle karşılaması gerektiği düşüncesinde olanlardanım. Ne var ki ölüm bu denli rezilane olmamalı.
Bir hafta, on gün kadar önceydi, yer darlığından dördüncü katta çocuk onkolojisinde yatan Mehmet Akar kardeşimi önce üçüncü katta aradım. Görevliler “bu kat kapalı bir iki güne kadar hizmete girecek” dendi.
Bu güne kadar neden hizmete girmedi diye soracak oldum, boş, boş bakan gözlerle karşılaştım!
Düşünün onkolojideki sıkışıklık, hasta yoğunluğu küçücük odalarda üst üste sürdürülürken üçüncü kat devre dışı tutuluyordu.
Mehmet kendinde değildi. Halbuki bir hafta önce son gördüğümde koridorda yürümekteydi. Tıpkı bu gün uyutulmakta olan Eren gibi her gün sağlığı daha kötüye gitmekteydi.
Başta kanser illetinden yatan hastaların, ailelerinin ve de bu servislerde görev yapanların işi zor.
Çoğu hastanın ölümün kucağında acılar içinde kıvranmasına şahit oluyorlar.
Saniyelerin bile önem taşıdığı, bir ümitle hayatı ucundan yakalamaya çalışan insanların ve onların yakınlarının her gün ölüp ölüp dirildiği bir ortamı soluyorlar.
Bütün bu sıkıntıların içinde bir de ister devlet hastanelerinde olsun isterse özel hastanelerde mafyalaşmış bakıcı tayfası ile boğuşmak da var.
Hastane personel sayısının azlığı ileri sürülerek, el sürülmeyen (alt açma, kapama, vücut bakımını sağlama gibi) bakım hizmetleri var.
Ailelerin yetersiz kaldığı ortamlar söz konusu olduğunda, örneğin yaşlılıktan dolayı gece gündüz refakati zor olduğunda yardım talebi ortaya çıkıyor.
Ailenin de maddi durumları el verdiği takdirde “bakıcı” teşkilatı bu aşamada devreye giriyor.
“Hastamızın yanında bakıcı var” diye teselli bulursunuz ama hastanızın yanındaki bakıcı bütün gece uyuyor. Birbirleriyle dayanışma içinde sektör haline gelmiş “bakıcı” teşkilatı aileleri bu yolla adeta sömürüyor.
Hastane yönetimlerinin çaresizlik içinde kıvranan vatandaşı bakıcı mafyasının elinden en erken bir zamanda kurtarması, toplumsal bir yara haline gelmiş oluşumu ortadan kaldırması şarttır.