Bu coğrafya artık tonlarca ağırlıkta hüzünler üretiyor…
Kalplere, taşıyamayacağı kadar “yük”ler bindiriyor…
Bu coğrafya artık insan olanı boğuyor…
Kulaklar duymaya, gözler görmeye yetmiyor…
Taşıyor acılar, beni seni aşıyor…
Küçücük dünyamıza, ta Meriç nehrinden biber gazı yağıyor…
İdlip’te öldürülen genç fidanlara mı yansın insan, yoksa Midilli’de balıklara yem olan Afganistanlı mültecilere mi?
Gerçekten bu “yük” çok ağır…
Bu coğrafyanın neresinde duracağını, kimin yerine marazlanacağını bilemiyor insan…
Bazen; İdlib’te şehit olan Kütahyalı Piyade Uzman Çavuş Muhammed oluyor…
Durup o “acıyı” içine içine çekiyor…
Bazen; şehitlerin baba evlerine asılan kocaman bir bayrak oluyor…
Hamasetin nelere kadir olduğuna odaklanıyor…
Bazen İdlip’te çikolata yerken uçaktan atılan bomba ile paramparça olan Suriyeli bir çocuk oluyor…
Çikolatadan nefret ediyor…
Bazen Bahar Kalkanı Harekatı’nda bir tank içinde sevgilisini düşünen bir piyade er oluyor…
Aşkın ve savaşın çelişkisine kafa yoruyor…
Bazen Midilli adasına lastik botla çıkmaya çalışan Afganistanlı Cuma Şehzade oluyor…
Gelecek güzel günleri düşlemekten kendini alamıyor…
Bazen sınırda Yunanlı fanatiklerden dayak yiyen bir gazeteci oluyor…
Bazen Pamukkaleli şehit Piyade Onbaşı Halil Çankaya…
Bazen küçücük kerpiçten tek gözlü şehit evine kara Mersedesle giden bir Vali…
Bazen şehit anne babaya kara haberi vermekle görevli bir Kaymakam…
Bazen Pazarkule sınır kapısında Yunanlı polislerin TOMA’sından çıkan biber gazlı suyla gözleri kan çanağına dönüşen Afganistanlı Salah…
Bazen Meriç nehri içinde, Bulgaristan polisinin yerleştirdiği elektrikli dikenli tellere takılan Pakistanlı Aziz Muhammed…
Bazen Edirne'nin sınır köyü Doyran’da biber gazından bayılan bir hamile göçmen kadın…
Hangisine yanmaktan kaçınabilir insan?
Hangisinin acısını yüreğinin derinliklerinde duyumsamaktan vazgeçebilir?
Kendi ülkesinde bu acımasız “savaş”lardan nemalanan hamasetçiler olsa da…
Hastanede yeni doğum yapmış kadının yangından kaçarken attığı çığlıklar 1963’lerdeki acıları tekrarlar gibi yaşansa da…
Hiçbirisi; savaş acıları ile, mülteci trajedisi ile boy ölçüşemiyor…
Hiçbirisi; insanlığın bu coğrafyada verdiği sınavda bir “nokta” kadar olsun anlam taşımıyor…
Ve bu coğrafyanın insanı; Leymosun Karnavalı’nda Kızılderili kıyafetleri içinde şarap sarhoşu olurken, bir başka yakın mahalledeki ölümlere bigane kalabiliyor…
Dünya da buralardan başlayarak; ayrışmaya, insanlığını unutmaya doğru hızla yuvarlanıyor…
Umutsuz bir biçimde…