“İşgal” Arapça kökenli bir sözcük…
Henüz Türkçesini bulmadılar.
Gereği de yok zaten…
Bizim “işgal”imiz varsın Arapça olsun…
Kimse kötü anlamlar yüklemesin… Hatta “güzellemeler”le yüceltsin…
Nasıl olmasa “işgal”e işgal demekten utanan, sıkılan bir kültürel geçmişe sahibiz.
Osmanlı’nın “işgal”leri hep “fetih” diye anılırdı.
Günümüzde ise “işgali” ve “işgalciyi” savunan, ona biat etmeye hazır nesiller türedi…
İşgalcisini seven, kanıksayan, ona kulluk kölelik etmeye hazır toplumlar, kitleler oluştu.
Kıbrıslı Türkler’in yakın tarihinde, İngilizlere “işgalci” diyen, kurdukları koloni idaresini “İşgal Yönetimi” olarak niteleyen kaç tane entelektüel yetişti bu topraklarda?
“İngiliz İdaresi” dedik ama “İngiliz İşgali” demeye dilimiz varmadı hiçbir zaman…
Oysa; İngiliz gazeteci Tabitha Morgan “Sweet and Bitter Island” adlı Kıbrıs’taki İngiliz Dönemi’ni anlatan kitabında, kendi devleti Büyük Britanya İmparatorluğu’nu hep “işgalci” olarak niteledi. Koloni dönemini anlatırken hep “İngiliz işgali” sözcüklerini kullandı.
Yani; 1878’ten, 1960’a kadar Kıbrıs, İngiliz gazeteciye göre “İngilizlerin işgali” altındaydı…
Bizim resmi tarihe göre ise; “İngilizlere kiralanmıştı…”
“İşgal” sözcüğü etrafında, özellikle bizim coğrafyada çok büyük bir “belirsizlik” ya da “karmaşa” var…
Genellikle “işgalci”ler ve onların destekçileri, bu unvanı reddediyorlar…
İşte İsrail…
Golan Tepeleri’ni, Batı Şeria’yı, Kudüs’ün doğusunu, Gazze Şeridi’ni işgali altında tutuyor.
Tüm dünya bu bölgeler için “İsrail’in işgali altındaki topraklar” tanımını kullanıyor.
Çoğu zaman Amerika bile…
Ama Yahudiler “işgalci” olduklarını kabul etmiyor…
“Bunlar, seçilmiş bir halka söz verilmiş topraklardır” diyorlar.
Araplardan bile bazıları, İsrail’in “işgalci”liğini ağızlarına almaktan vazgeçtiler zaman içinde…
İşgale alıştılar, ısındılar, alıştırıldılar…
Mısır, Lübnan, BAE, Bahreyn, Fas, Sudan gibi ülkeler İsrail ile ilişki kurmaya başlayınca, onun “işgalciliği” gözlerine batmamaya başladı.
Yani; bu “işgal” öyle bir şey ki, ucu sana dokunmayınca yok sayarsın…
Tabii, dünyada “işgalci” denince, Rusya’nın hakkını yememek gerekiyor.
Putin Yönetimi, Ukrayna’nın yüzde 27’sini işgali altında tutuyor…
Hatta; oralarda küçük ayrılıkçı devletçikler de kurdu.
Kırım’ı ise ilhak etti, tamamen topraklarına kattı…
Gürcistan’dan kopardığı, işgalinde tuttuğu Abkhazia ve Güney Ossetya’da sahte devletçikler kurdu…
Bütün dünya bu bölgeleri “Rusya’nın işgali altındaki bölgeler” olarak niteliyor.
Dünya; başta BM ve AB Rusya’nın “işgal”lerini tanımıyor…
Ukrayna’nın, Moldova’nın, Gürcistan’ın “toprak bütünlüğü”nü savunuyor.
Ancak “saha”daki gerçekler hiç de öyle değil…
Bu “işgal bölgeleri”nde değiştirilen “demografik yapılar” nedeniyle, buralarda yaşayan halklar, dünya ile aynı fikirde değil…
“Sahte” devletçiklerin ahalisi, referandumlarda hep Rusya’dan yana oy kullanıyor…
Putin; “ayrı devlet” diyor, sonuç evet…
İlhak diyor; sonuç gene evet…
İşgal altındaki toprakların “uydu” devletçikleri hep boyun eğiyor, hep “işgalci”yi onaylıyor…
Yani; işgalci “başkalarının toprağında gözümüz yoktur” dese de bizim coğrafyada “işgal”ler kalıcılaşıyor…
Türkiye’nin durumuna gelince…
Türkiye; dünyanın en saygın kurumları tarafından 1974’ten beridir Kıbrıs’ın kuzeyini “işgal etmek”le suçlanıyor…
Kıbrıslı Türkler’in ve Türkiye halkının kahir çoğunluğu bu “tanımlamaya” katılmıyor tabii…
Hatta bağnaz milliyetçi kesimlerde savaşla, güç kullanarak elde edilen Rum toprakları “kurtarılmış bölge” diye tanımlanıyor.
Bu ifade 1974 sonrasında ders kitaplarımıza bile girmişti.
Rumlar; Kıbrıs’ın kuzeyini “Türkiye’nin işgali altındaki bölge” olarak tanımlıyor ve tüm dünyada bu ifade yerleşmiş bulunuyor.
Tabii Türkiye, yıllarca “işgalci” nitelemesini çok ciddiye almaktaydı…
Siyasi kadrolar, diplomasi Kıbrıs’ın bir “Türkiye’nin vitrini” olduğunun bilincinde idi.
Dünya basınında yayımlanan bir “askeri” görüntü bile Türkiye’yi rahatsız etmekteydi.
Ancak son 20 yılda böyle bir “kaygı” taşımıyor AKP ağırlıklı siyaset kurumu.
Diplomasinin de, siyasetin de yerleşik “terbiye” kurallarını tanımayan, dünyaya aldırmayan bir doğulu “cesurluk” siyasette egemen bu günlerde…
Kıbrıslı Türkler ise 1974 sonrasındaki “ganimet dönemi”nde üleşmeden başını kaldırıp “dünya normları” ile ilgilenmedi hiç…
“Uluslararası hukuk” diye bir derdimiz de olmadı hiçbir zaman…
“Anavatan” bildiğimiz ülkeye “kurtarıcı” olarak baktık, ona “işgalci” denmesini asla kabul etmedik…
Dünya “invasion” dedi, biz “intervention”…
Yani; onlar işgal, biz müdahale dedik 1974’teki savaşa…
Kimseyi inandıramadık tabii…
Tam tersine Kıbrıs’taki defakto duruma “işgal” diyenlerin sayısı her geçen gün arttı.
Hem içeride, hem de dışarıda…
Türkiye ayrıca Suriye’nin kuzeyinde, 2.5 KKTC büyüklüğündeki iki ayrı toprak parçasını “silah gücü”yle elinde tuttuğu için 2016’dan beridir “işgalci” olarak gösteriliyor.
Türkiye, elbette bunu reddediyor. Kontrol ettiği Suriye topraklarını “Güvenlik bölgesi” olarak niteliyor.
Şurası kesindir ki dünyada böyle bu “görüntü” var olduğu sürece, ne “iki devlet” ne de “uluslararası statü” talepleri zemin bulabilir.
Türkiye’nin bu “imaj”dan kurtulması için tek çare elbette “barış”tır…
Suriye’de de, Kıbrıs’ta da…