Ajandama 24 Mayıs 2024’ü MİLAT yazdım. Bugün sizi benim adalet arayışı yolculuğuma çıkarmak ve 24 Mayıs’ın niye miladım olduğunu anlatmak istiyorum.

Tarih 9 Mart 2019. Eşimin yaptığı inşaatda bir kaza oldu. 26 yaşında, 2 çocuk babası bir genç hayatını kaybetti. 

Şirketin direktörüydüm. Eşim genel sekreter, Mimar Erdoğan Tansoy teknik direktörümüz, küçük oğlum ise yüzde 10 şirket ortağıydı. 


Hayatının baharında vefat eden genç, taşeronun kardeşi ve çalışma izinli olarak çalışıyordu. Günlerden Cumartesiydi, Cumartesi günleri iş, 11.00 de başlamasına rağmen 08.30’da başlamışlar. Güvenlik malzemelerinden sorumlu Ömer Bey Allah’tan o saat orada. Kendisine, kaskını, yeleğini, asansör askısını ve ayakkabılarını teslim ediyor. “Abi ısrar ediyorsunuz giy diye, bana bir şey olmaz” diyor.. Elinde malzemelerle inşaate çıkarken taşeron abi hastalanıyor ve saha sorumlusu Yıldırım, onu alıp, Akçiçek Hastanesine götürüyor, sıra olduğu için,  bırakıp, dönüyor. Döndüğünde, yerde kanları görüyor. Kimse yok. Genç işçi, verilen tüm güvenlik eşyalarını üst kata atmış, terlikleriyle inşaat asansörüne çıkmış ve ayağı kayarak, düşmüş. Olayı en yakın gören, 2 gün önce adaya giriş yapan 16 yaşında ki yeğeni.. Apar, topar ambulans istemeden, arabayla yine Akçiçek Hastanesine götürülüyor. Akçiçek Hastanesi, hastayı Nalbantoğlu Devlet Hastanesi’ne sevk ediyor. Ambülansta kalbi duruyor, geri döndürülüyor. Devlet Hastanesi’nde yoğun bakımda  yer olmadığı için Kolan Hastanesi’ne sevk ediliyor. Hastanede hayatını kaybediyor. 

Bunları ben sonradan öğrendim. Biz  ise öğlen 12.00 civarı Girne Polis Müdürlüğüne çağırılıyoruz. Girişteki taşın üstünde beklemeye başlıyoruz. Bir ara içeriden yüksek sesler geliyor. 16 yaşındaki yeğenin ifadesi alınıyormuş. Evlat, amcayı gözünün önünde kaybetmiş, ifadeden çıkınca yüzü bembeyaz, bayılıyor ve yere düşüyor. Anında ambülans geliyor ve çocuk hastaneye götürülüyor.

8 saat sonra ifadeye alındığımda, “siz eşinize vekâlet vermişsiniz, belli ki işlerle ilginiz yok. Bu şekilde ifade verirseniz,  kapsam dışı kalırsınız” diyorlar. Gerçekten de işlerle, uzaktan, yakından ilgim yok. Belli ki bunun farkındalar. Ben” teşekkür ederim. Vekâlet de dahil her imzadan sorumluluğum var. Kabul etmiyorum” cevabını veriyorum.

Sonra, bizi Çalışma Bakanlığı müfettişleri sorguya alıyorlar. Olay yeri incelemenin tespitlerinde, koruma malzemeleri yok, üst katta atılmış olarak, duruyor” diyor ve fotoğrafları gösteriyor.

Uzatmayayım. Gece 12.30 da evimize gönderiyorlar. 02.30 da eşime polisten telefon geliyor, acil Polis Müdürlüğüne çağırılıyoruz. Eşim “Dilek spazm geçirdi, bu saatte gelmemizin mümkün değil” deyince “en geç 07.00 de burada olun” yanıtını alıyor.

Dedikleri saatte gidiyoruz. Gece yarısı tutuklama emri çıkmış. Oğlumuzu ve mimarımızı hücreye alıyorlar, eşim ve ben Devlet Hastanesi’ne sevk ediliyoruz. Bunun keyfimizden olmadığını, bilen biliyor.

Neyse, hastanede, doğrudan yoğun bakıma alınıyoruz. Doktorumuz sevgili Gülgün Vaiz. Bir kadın, bir erkek polis yanımızda. Gülgün Hanıma “yukarıdan emir var, tutukluları yatağa kelepçelememiz gerekiyor” diyorlar. Gülgün Hanımın yüzündeki ifade mıh gibi hafızama kazındı. “Burası yoğun bakım, ikisi de yıllardır hastam. Nereye kaçacaklar. Siz de görevinizi yapın, yoğun bakımın iki kapısı var. Orada bekleyin. Beni de meşgul etmeyin, işimi yapayım.,Durumlarının şakası yok” diyor. Bunun, ne anlama geldiğini yaşamayan anlamaz.  Bütün gece tedavi devam etti. 

Ertesi gün, damar yolu kelebekleri kolumuzda, Polis Müdürlüğüne götürüldük. Bilirsiniz telefonlar alınır. Annem ve babamın bu durumdan kesinlikle haberleri olmaması gerekiyor, sağlıkları açısından. Kısa bir görüşme yapmak için bir telefon rica ediyorum. Kardeşimi arayıp, durumu anlatıyorum. Uyduyu boz, Dilek Karpaz’da  tatilde, telefonu çekmiyormuş, sen de sakın üzülme, geçecek” diyorum.

Neyse, Polis Müdürlüğünden, mahkemeye götürülmek üzere iken aynı cümleyi duyuyorum. “Yukarıdan emir geldi. Ters kelepçe takmamız gerekiyor. Lütfen ellerinizi arkaya alın, mahkemeye öyle girin. Size kelepçeyi takmayalım ama bizi de zorda bırakmayın.”  Dediklerini yapıyoruz. Kimseye zorluk çıkarmıyoruz.

Mahkeme avlusu ana baba günü. Tüm sevdiklerimiz ve sevenlerimiz orada. Kalabalık bir medya mensubu var. Bana 2 kadın polis refakat ediyor. “Önünde yürüyelim. Sen de medya mensubusunuz, görüntüye girmenizi belki biraz önleriz” diyorlar. Ah o güzel kadınlar. Teşekkür ettim, “işlerini yapıyorlar” aynı sizin gibi” dedim. (O kadar etkilendim ki duruşma sonrası teşekkür çiçeği yolladım)

Mahkemede adım okundu. ZANLI 1 AYŞE DİLEK ORHAN. Cumhuriyet Başsavcısının kızı, ömrünü emekçinin hakkını aramakla geçirmiş, “emekçisine saygısızlık etti” diye muazzam hesap bırakacak müşteriyi mekanda kara listeye almış Dilek yasaya göre “taammüden adam öldürmekten” hem de emekçi öldürmekten yargılanıyor.

15 günde bir ispat-ı vücut ve 150’şer Bin Lira kefalet ile tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyoruz. Cem Kar, Kartal Harman, Sevtap Erdoğan ve bedeli sonradan ödenen o dönem ki avukatımız arabalarını kefalet olarak kaydediyorlar.

Biz tekrar hastaneye, akşama doğru, gerekli uyarıları doktorumuzdan alarak eve varıyoruz. Evde, ana baba günü, büyük abisi Londrada, küçük abisi hücrede olan kızımı hiç yalnız bırakmamışlar. İlk iş annemi arıyorum. “Aşkolsun merak ettim seni. Sen neredesin? Çok ses var” “ Bugün SPOON kapalıydı, müdavimler eve geldi annem” diyorum.

Bir sonra ki gün, kızımı arkadaşları arıyor.

- Annen kadın mı satıyordu?
- Annen kara para mı aklıyordu?
- Annen uyuşturucu mu satıyordu?

Ve daha bir çok soru. O gün okulunun müdiresini aradım. Durumu anlattım. 2 gün okula gelmeyebilir mi?” diye sordum. Sağ ve var olsun “Bu yaşlarda akran zorbalığı fazladır. 10 gün göndermeyin. Olay biraz soğusun, yeterince stres yaşadı zaten” dedi.

Ertesi günden başlayarak, 9 gün ilaç alarak uyudum, tabi ki her gün annemi, babamı arayarak..

Onuncu gün, dönemin başbakanı Sayın Tufan Erhürman’dan randevu aldım. Durumu anlattım. Hiç bir talebim yok, yargıya müdahale edilmeyeceği hepimizin ortak gerçeği. Sadece, “YUKARISI KİM” bunu öğrenmek istiyorum.” dedim. Dürüstlüğü ile her zaman takdir ettiğim Tufan Bey, “Bırakın yukarısı kim? Fazla yoğunluktan başınıza gelenleri de duymadım. Çok üzüldüm. Geçmiş olsun” dedi. 

Şimdi akıllara gelir, Büyükelçiliğin de uzaktan yakından ilgisi ve bilgisi yoktu. Velhasıl YUKARISI KİMDİ? bir muamma olarak kaldı.

Dava 5 yıl sonra görülmeye başladı. Bunun bir bölümü hepimizin evlerimize kapandığımız COVİD 19 dönemini kapsıyordu. Dava görülene kadar sanırım 30’un üstünde erteleme aldı. 

Mahkemenin ertesi gününe döneyim. Görsel de kullandığım fotoğraf Yeni Düzen Gazetesi’nin manşetiydi. Çoğu gazete yüzler ve isimler açık haberi manşetten vermişti. Bir medya etiği dersi Ali Baturay ve Hasan Hastürer’den geldi. Ali Bey aradı. “Hoparlör açık. Yarının kapağı için toplantıdayız. Genç arkadaşlar heyecanlı. Manşetten verelim istiyorlar. Yanlarından arıyorum. Bugün Dilek Hanımın başına gelen, yarın hepimizin başına gelebilir. Elbette haber yapacaksınız, göreviniz bu ama masumiyet karinesini unutmadan.”

O döneme ait, çok özel teşekkür edeceğim kıymetlilerim var. Bu teşekkürleri bir zaman sonra kendi sosyal medya hesabımdan paylaşacağım.

Bu arada, her yıl annesine, babasına giden Dilek gitmez olunca, kardeşim alıştıra, alıştıra söylemek durumunda kaldı. Sonrasında, hep onlar geldi. 

Bu arada, emekçinin geride kalan iki çocuğunun eğitim masrafları ödenmişti. Davayı geri çektiler ama konu artık kamu davasıydı. Bu arada, başta yazdım ya, olay gününden iki gün önce hayatında ilk kez adaya gelen 16 yaşındaki yeğen için “kaçak işçi çalıştırıyorlar” diye Çalışma Bakanlığı dava açmıştı. İkinci avukatımız ile belgeleyip, dönemin çalışma bakanına gittik. Bakanlık müdürüne “gereği” diye talimat verdi. Sonrasında üç dava görüldü, üçüne de bakanlık temsilcisi yoğun işleri nedeniyle gelemedi! Sanırım o dava düştü. 

Aaaa durun bir küçük gülümseme bırakayım.
Benim imza günüm 15 günde bir Cuma’ydı. Cem Kafkas da her Cuma benim işlettiğim mekanda, sahne alıyordu. Her ikimiz de o gecelerde konsepte uygun şık giyiniyorduk ve ben gece yarısı assolist gibi imzaya gidiyordum. Hemen hemen hep aynı polis memuruna denk geliyordum. Bir gece ne iş yaptığımı sordu. “Müzikholl  bar işletiyorum” diye yanıt verdim.

Aylar, aylar sonra bir ortak aile dostumuzla   Cem Kafkas’ı dinlemeye geldi. Ortamın, misafirlerin, müziğin ve ekibin kalitesini gördü. Gece bitti, yüzünde üzgün çok üzgün bir ifade ile “Hakkınızı helal edin. Ben sizi gece klübü işletiyor sanmıştım. Vicdan azabı çekiyorum” dedi. Üzülmememesini söyledim ve helallik isteyecek kadar vicdan sahibi olduğu için teşekkür ettim . 

Bunları yazma niyetim vardı ama çok daha ileri ki zamanlarda, ta ki dün manşetlere çıkan haberi okuyana kadar. Haberi yazmama gerek yok değil mi? Sağır sultan bile duydu. Yazıklar olsun. 



ADALET HERKESE EŞİT İSE YASA GEREĞİ BEN BEDELİNİ ÖDEDİM. 

DEĞİLSE; BEN BU BEDELİ NİYE ÖDEDİM? SADECE BEN DEĞİL, BU ADANIN İSTİSNAİ DEĞERİ SİBEL SİBER VE DAHA NİCELERİ BU BEDELLERİ NİYE ÖDEDİ?