İstanbul’da, ihtişamlı Osmanlı sarayının, ihtişamlı kabul salonunda bir heyecan ki sormayın…
İki Osmanlı torununun kalpleri küt küt atıyor…
“Neden huzura çağrıldık acaba?”
Birden ayağa fırlıyorlar…
Çarpan kalplerine taht kurmuş zat-ı muhteremleri, uzun parmaklarının ucuyla ellerini sıkıyor…
“Oturun bakalım” diyor…
Oturuyorlar, ellerini dizlerinin üstüne yerleştirip, ayaklarını toparlıyorlar…
Biri, altın renkli varakları muhteşem işlemeli saray sandalyesine yerleşiyor; öteki, çoklu kanapenin köşesine…
Konuklardan birinin, buralara çok gelip gitmişliği var…
Öteki ise henüz buralarının yabancısı…
Kanapeye yerleşirken, aklına “amatörce” sorular hücum ediyor…
“Bana Ankara otur derse otururum, kalk derse kalkarım” diyen eski bir politikacı ansızın aklına  düşüyor…
“Gakvole, biz da aynısını yaparık…” diye geçiriyor içinden…
Arkasından, hemen kendini toparlıyor ve ev sahibinin açılış konuşmasına pür dikkat odaklanmaya başlıyor.
Zat -ı muhteremin ağzından dökülen ilk cümle:
“KKTC yoluna devam edecektir… Biz de KKTC’nin yanında olmayı sürdüreceğiz…” oluyor…
Hımm… Demek ki bizim “devletçik” yerinde duracak şimdilik…
Demek ki, yeni bir statü değişikliği, ya da çılgınca yeni bir politik fırtına gündemde yok…
Konuk Osmanlı torunu; bir süre önce, Erdoğan’ın bizim “devletçiğin” adını değiştirmek istediğini sanarak “Kıbrıs Türk Devleti”ne destek çıktığını anımsadı…
Demek ki “adı” da şimdilik yerinde kalıyordu…
Ayrıca, “bir gece ansızın gelebilirim…” deniyordu ya, artık öyle ansızın gelme gitme olmayacak…
Zaten bu lafı üzerine alan Yunanlılar depremde enkaz altından çıkardıkları insanlarla fotoğraf çektirerek “Dostlar hem gece hem gündüz gelir” demişlerdi…
Bu arada “Ankara’ya gel, canlı yayınla Maraş’ı açıyoruz” gibi ani ve seri çıkışlar da gündemden kalkmış gibi görünüyor…
Konuklardan birinin, tam da bu noktada aklı iyice karıştı…
Ancak söze girmesi mümkün değildi, çünkü zat-ı muhterem bunu söyledikten sonra, altın varaklı sandalyede oturan konuk, harika biçimde, heyecanla bir “anavatan-yavruvatan” güzellemesine başlamıştı…
İngiliz mekteplerinde yıllarını tüketmiş birinin bu kadar “hamasi” bir Türkçe ile konuşmasına hayran kalmıştı…
Kendisinin “Bafidi” aksanıyla söze karışmaması daha iyi olacaktı…
Altın varaklı sandalyedeki baş konuk, aslında en çok “yavru külliye”yi merak ediyordu…
Zat-muhterem bu konuyu açar mıydı?
“Kusura bakmayın, sözümüz söz ama durumu görüyorsunuz” der miydi?
Baş konuk, tüm cesaretini toplayıp “Efendim, izniniz olursa, orayı hastaneye dönüştürelim” deme cesaretine sahip değildi elbette…
Keşke “TC ile KKTC, dayanışmanın doruğunda bu günlerde… Kendi devletimin vatandaşlarına yönelik Türkiye’ye giriş yasağını kaldırsanız…” diyebilecek bir “yüreğe” sahip olsaydı…
Ama değildi…
Zat-muhteremin tüm talimatları karşısında “boynum kıldan ince” politikası güden bir siyasetçiydi ve
siyasi kültüründe “icazet” en büyük değerdi…
Tabii deprem, onun da tüm hayallerini silip süpürmüştü.
“Söz gümüşse sükut altındır” diye düşündü ve sustu…
Zat-muhterem, ülkedeki durumu sordu konuklarına… Genelde her ikisi de gidişattan memnundu. Karşılarında ciddi, etkili bir muhalefet yoktu. Sendikalar yapılan artışlardan sonra sakindi. Bütçe ise TC yardımları olmaksızın “fazla” bile veriyordu.
Zat-ı muhterem “talimat” nitelikli birçok şey söyledi.
Kendi atadığı, ismine onay verdiği “Başbakan”dan bazı şikayetleri vardı. Muhalefetle “diyalog” kurmasından, maaşlardan kesinti kararını geri almasından hoşnut değildi.
Konuk, ıkıla sıkıla “mahkeme zaten yürütmeyi durduracaktı” demeye kalktı…
Araya “jet” gibi dalarak girmişti ve korkarak sustu…
Zat-muhterem kocaman bir iç çekti…
“Mahkemeleriniz…” dedi, karşısında oturan Metin Bey’e bir bakış fırlatırken…
Metin Bey, o sırada “talimatları” bircik bircik elindeki deftere not ediyordu.
Kıbrıs’a Büyükelçi olarak gönderilmesinin asıl nedenlerinden biriydi bu “mahkemeleriniz” meselesi…
Elbette sıra ona da gelecekti…
Bir zamanlar “Erdoğan gidecek. Otoriter sevdalılarının tarihteki son günleri hep böyle olmuştur. Erdoğan gidecek; görüyor, biliyor ve korkuyor. Şimdi zulmün kökünü kazımak zamanı.*” dediğini acı acı anımsıyor ve karşısındaki zat-ı muhteremin yüzüne yönelik bakışlarını aşağılara doğru eğiyor…
Zat-ı muhteremin en çok merak ettiği konulardan biri, kuşkusuz ki Kıbrıs’a gelen depremzedelerdi. Bu konuda da “talimatları” vardı…
Osmanlı’nın iki torunu, zat-ı muhteremin ağzından çıkan her sözcüğü, kafalarını aşağılara kadar eğerek onayladılar.
Az kalsın, torunlardan biri “Dükkân sizin efendim…” diyecekti ama, sarayda olduğunu son anda anımsadı ve durakladı…
Tabii bu ziyaret, yandaş medyada Türkiye’ye bir “taziye ziyareti” olarak sunuldu. Eğer öyle olsaydı, “ortak” basın toplantısı yapılır, iki ülkenin bayrakları asılır, açıklamalar yapılırdı.
Oysa; Türkiye tarafı bu “ziyaret”i  duyurmadı. Bizim Osmanlı torunu ise, “tek taraflı” açıklamalar yaparak, zat-ı muhteremin söylediklerini de bize kendisi aktardı.
Asıl merak edilenleri ise bir Allah’ın kulu gazeteci kendisine soramadı…
İster inanın, ister inanmayın…
*Zaman gazetesi, 22 Şubat 2015