“Tarihini bilmeyenlerin geleceğini başkaları yazar” mealindeki sözcük ne yazık ki bizde biraz geç anlaşıldı.
Hümanist yaklaşımlar içinde uygarlık topluma sunulurken, panzehri çok uzun yıllar olan bu zehrin sonuçları hesaplanamadı!
Üstelik basiretsiz politikacıların hatalarının hesabının sorulur olmayışı, ne yazıktır ki zehir sunan ellerin hala daha kıpırdanışlarına izin verebiliyor!
Bir süre önce Kıbrıs mücadelesindeki direnişlerin beşiği olarak anılan Sönmezliler Ocağını ziyaretlerinde TC Büyükelçisi Ali Murat Başçeri beyefendiyle KKTC deki eğitimindeki yetersizlikleri, boşlukları, güneyle mukayesesini yaparak uzun boylu konuşmuştuk.
Sayın Başçeri ile aynı görüş ve düşünceleri paylaşmaktan mutlu olmuştuk.
Geçtiğimiz günlerde güzide eğitim kuruluşlarımızdan Girne Üniversitesinde gerçekleştirilen “Kıbrıs Türk Tarihi ve Öğrenimi” başlıklı panelde konuşmacıların tamamının Kıbrıs Türklerinin hayati aşamalarını gerçekçi bir şekilde benimseten anlayışın hakim anlayış olması gerektiği doğrultusundaki yaklaşımları, bilhassa
1995 ortalarında başlatılan ve daha sonraları düzeltilme çabalarına rağmen olumsuz etkileri hala daha devam etmekte olan, tarih kitaplarımızdaki gerçekler
üzerinde yapılan tahrifatın nesillerde yarattığı olumsuzlukların giderek büyümekte olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
2003 yılında kapıların açılmasıyla birlikte güneyde Lefkoşa da kitap satışlarının yapıldığı büyük bir mekana gittim. Amacım Rumların eğitim sisteminde kullandıkları tarih kitaplarını incelemekti.
İlköğrenimde kullanılan tarih kitaplarından başlayarak, tamamı Osmanlı ve Türkiye düşmanlığı salgılayan, bu düşmanlığı diri tutabilmek adına her türlü yalanı içeriğinde taşıyan kitaplardı.
Üstelik güneydeki milli eğitim Kiliseye bağlı, Eğitim Bakanı Başpiskopos tarafından atanır bir yapıya sahip.
Biz ise ne yaptık?
Sözüm ona kin ve nefretten uzak, iki toplumu birbirine yaklaştırıcı barış dili kullanılan bir tarih ortaya çıkarılmak istenmiş, milli duygular adeta köreltilmeye gayret edilmiştir.
O günlerde konu ile ilgili olarak yazdığım bir makalede yine o günlerde başımdan geçen bir yaşanmışlığı anlatmıştım.
Yıl 1995, mevsim Eylül başları, avlanma döneminin başladığı günler. Avın ilk haftası yüklüce av ruhsat bedeli ödeyerek ava çıkanlar için bir hüsran günü. Binlerce avcıya karşılık merada tek tük av hayvanı.Var olan hükümet avcıların tepkisinden olacak, ikinci hafta için yeni av gölgelerini açmak zorunda kalıyor.
Bunlardan biri de Ercan Hava alanının güney ve batı yakası. Harekatlarda bu bölgede savaşa katıldığım için ovayı avcumun içi gibi tanıyorum.
Gün ağarıyor, av başlıyor! O ne? Önümüzden kalkan keklikler uçabilme becerisinden uzak olacak kadar semiz, , yıllarca silah sesi duymadıkları için korkusuz.
Sonucu tahmin edebilirsiniz, o gün tam bir av katliamı yaşanıyor!
Gençlerimize uygarlığı bir zehir olarak sunanların, güneyin aksine barış ve uzlaşı adına  savunmasız bir yapı oluşturmanın adı düşmanlıktan başka bir şey değildir.
Güneyde sınırlarda yaşayan mükelleflerin silahlandırıldıklarını bir kez daha hatırlatmak isterim.
Geleceği tehlikelerden uzak tutmanın tek yolu hiç zaman kaybetmeden genç kuşaklara gerçek tarihimizi anlatmanın, öğretmenin yolunu seçmektir!
Genç dimağlara enjekte edilen zehirlerin çıkarılıp atılma zamanı gelip te geçmiştir!