“Bir gün sakın arkanıza bakmayınız” diyerek sözlerime başlıyorum. Bu sözler sanki bir şiirin acı dolu mısraları gibi. Sanki bir acının ve bir özlemin çağrışımı gibi.
“Bir gün sakın arkanıza bakmayınız...”
Evet! Bir gün sakın arkanıza bakmayınız diyorum. Ne zaman? O bir gün hangi gün olacak? Hangi tarihi ve hangi zamanı anlatacak? Kimi ve neyi özleyecek insanlar?
Başımı gece yastığa koyduğum zaman bazı şeyler gözlerimin önünden bir sisli bulut gibi geçer ve gider. Bir bir anılarım canlanır. İyi anılar... kötü anılar...
Hiç unutmıyacağım. Aralık 63’ünün başı gibiydi... Bir dostumun çocuğunun doğum günü partisi vardı Köşklüçiftlikte’ki evinde. O doğum günü partisinde pek çok insan vardı. Bir sürü de küçüklü büyüklü çocuklar.
O gün beni ve eşimi bir doktor ve eşi ile tanıştırmıştı evinde bizi misafir eden dostumuz. O tanıştırdıkları doktor, Dr. Binbaşı İlhan ve eşi, üç tane de pırıl pırıl ard arda yaşları birbirine çok yakın erkek çocuğu idi.
Dr. ilhan’la uzun uzun sohbet ettik. Eşi de çok hanımefendi bir kadındı. O da eşimle sessiz bir sohbete dalmışlardı.
Onları o gün ilk ve son kez görebildik. Sonra onların Kumsal baskınında banyo küvetinde hunharca Rumlar tarafından şehit edildiklerini öğrendik ve yıkıldık. Bir görüşlük dostluk ve bir anlık kayboluş birdenbire kaybolmuş ve gitmişti.
Sonra nazarlarımı 1958’lere çevirdim. Bir kere daha arkama bakmamaya yemin etmeme karşın yine de arkama dönüp baktım o akşam başımı yastığa koyduğumda.
O uzun ve dalgın nazarlarım odanın boşluğunda uçuşan sivrisineğin kanatlarında kaldı. O uzun ve dalgın bakışlarım beni, adını Omorfo olarak bildiğimiz ve daha sonra o güzel beldeye Güzelyurt dediğimiz diyarların toprağının insanı Dr. Erol Ahmet’in kanlı bedeni ile karşılaştık 1958’in Ağustosunda. Eczaneden hasta annesine ilaç almak için Rum eczacıya giden Dr. Erol, kahpe Rum kurşunları ile şehit edilmişti. Onun kefenini koltuğumun altına alarak kanlı bedenini Lefkoşa morguna getirdiğimizde acıların en unutulmazını yaşadım.
Ve arkama bakmamaya çalışıyorum. Arada çok sıcak savaşlar oldu. Bir yerden bir yere giderken sokaklarda, yolcu otobüslerinden indirilerek katran kusan asfaltın yangınında yanıp kavruluşumuzu, bitmek bilmeyen işkenceleri ve kadınlarımıza yapılan tacizleri anımsadım.
Arkama niye bakmayacakmışım?
İçimdeki acıları, içimdeki kederleri unutmam mümkün mü?
Onbir yıllık bir dramı yaşayarak hem büyüdük hem ihtiyarladık. Sonra Türk askeri geldi ve bizi bir yangının kor kor ateşinden, Rumların acımasız kurşunlarından ve tükenmek bilmez ambargolarından kurtardı.
Daha sonra neler oldu?
İkinci Barış Harekatında Türk ordusunun Mağusa istikametinde yürüyüşünde Muratağa ve Sandallar katliamında halamın ve yeğenlerimin katledildiğini öğrendim. Bir zaferi kazandık ama büyük bedeller ödeyerek kazandık. Daha nice insan büyük bedeller ödedi.
Gavurun iki paralık evini verdiğimiz şehit ailelerinin kapıları şimdi çalınıyor ve “bana evimi geri ver” diyor balligariler. O şehitin ailesine bütün Kıbrıs’ı versem ne yazar? İşte öylesine bir gidişin acımasız dişleri arasında öğütülüyoruz.
Bütün bunları arkamızda bırakarak önümüze bakmamızı ve başımızı dik tutmamızı, göğsümüzü kabartmamızı, bu kanla verilen toprakları düşmana altın sinide sunmamızı istiyorlar. Onurla ve şerefle göndere çektiğimiz o güzel ve nazlı bayrağımızı “indirin” diyorlar.
“Koskoca bir AB vatandaşı olacaksınız” diyorlar.
Artık dünyaya açılacaksınız, dünya ile entegre olacaksınız, kendinize yeni bir sayfa açacaksınız, dünya sizi kucaklayacak, dünya ile bütünleşeceksiniz, Rumlarla bu adada birlik ve beraberlik içinde “birleşik Kıbrıs’ta” yeni limanlara uzanacaksınız diyorlar.
Diyorlar babam diyorlar.
Daralan zamana karşı inançlı insanlar direniyorlar. Bayrağına ve vatanına sahip çıkanlar “statükocu ve uzlaşmazlıkla” suçlanıyorlar.
Acaba 1 Mayıstan sonra arkamıza dönüp bakacak mıyız? Veya 24 Nisan sonrasında. Bir kayboluşa ve bir edilgen gidişe doğru yelken açmış gidiyoruz sırf birilerini memnun etmek için.
Kıbrıs Türkü mü? Biz zurnanın son deliği canım. Bu minicik toprak parçasında varolma mücadelesi veren insanların ulusal davası mı olurmuş? Bu varoluş tablosunda bir fırçanın tuvaldeki renk darbelerinin sadece minicik bir noktası değil miyiz?
İşte onun için arkama dönüp bakmak istemiyorum. İşte o nedenle mayınlarla dolu bir yolda yürürken bir kere değil, bin kere daha kahrolacağımızı düşünüyorum.
Sanki bir roman yazmış gibi hissediyorum kendimi. Bir tarihi böylesine kaleme almaya kalksam, her halde daha da acı ifadelerle ve daha da etkili sözlerle kaleme alırdım.
Başımı yastığa koyduğum anın bir dönüşü olarak algıladığım dramı hatırlamamak mümkün değil.
Bu satırları okuyan acı dolu okurlarım bazan bana telefon açarlar.
“Eline sağlık Osman Bey! Bizim hislerimize tercüman oluyorsunuz. Yazınız, hem de bıkmadan usanmadan yazınız” diyorlar.
Ben de yazıyorum. Yazarken de arkama bakmamaya çalışıyorum. Bir gün onlar da arkalarına bakmıyacaklar. Bir gün bu satırları okuyan, bir zamanı hem de bir acı dolu zamanı yaşayanlar Rumların hangi senaryolarla bu adadaki huzuru nasıl alıp götürdüklerini bir kez daha anımsayacaklar.
Belki de “bu dünyaya başka Ecevit’ler, başka Karaoğlanlar gelip bizi kurtarır mı?” sorusunu soracaklar.
Kimse durduğu yerde kahraman olmaz. Kişilikli politikalar üretenler kahraman olurlar. Bir kayboluşa bir “varoluşa” imzası atanlar kahraman olurlar.
Şimdi neredeyiz? Bir “varoluştan yok oluşa” doğru mu gidiyoruz.
Şu koskoca Türkiye’ye başka Atatürkler ve başka Atatürk çocukları gelip bizi kurtaracak mı?
Artık hayal bile etmeyiniz. Artık acılarınızı içinize dökünüz ve arkanıza bakmayınız. Çünkü arkanıza baktığınızda, usunuzda sadece bir hayal gibi otuz yıllık mutluluğunuz kalacak ve o mutluluğu yaşayıp yaşamadığınızı siz de anlamayacaksınız. Doyumsuz özgürlüğün denizinde nasıl boğulduğunuzu, özgür sokalarda, özgür havayı nasıl kokladığınızı düşüneceksiniz.
Minicik çocuklarınız ellerindeki sarı papatyaları şehitlerin mezarlarına koyarken “işte evladım bu adam senin bu özgür havayı koklaman, bu özgür çiçekleri kopartman ve özgür bir vatanda hayat bulman için canını bu topraklara verdi” diyeceksiniz.
Ben ne kadar “Sakın arkanıza bakmayınız” desem de siz ister istemez arkanıza bakacak ve geçmişle gelecek arasındaki tezatları görecek, içinizde derin bir sızı duyacaksınız.
Artık arkanıza bakmayınız çünkü artık özgür topraklarımızı koruyan can güvenliğimizi sağlayan kahraman Mehmetçik buralarda olmıyacak ve başını alıp gidecek.
Onlar son gemilere binerlerken “geldikleri gibi gittiler” diyecek o balligariler. Siz onlara nemli gözlerle bakarken arkanıza dönüp bakmayınız. Sizler onların Akdenizin yorgun dalgalarında kayboluşunu izlerken, sizi nasıl gelip pençeleri ile bu gavur milletinin ve zilletinin elinden çekip kurtardığını düşününüz. Ondan sonra sizi nasıl bir geleceğin beklediğini düşününüz.
Belki son kez düşüneceksiniz ve kendi kendinize şunu söyleyeceksiniz.
“Bir toprağı vatan yapmak çok zordur ama bir vatanı toprak yapmak çok kolaydır.”