Oktay Saral, Aydın Ünal…
Kıbrıs Türküne zehir kusan iki siyasal islam taşeronu…
İkisi de İncil satıcısı siyasal İslamın tescilli taşeronu…
IQ seviyelerini teste tabi tutsak, en iyi ihtimalle 60 filan çıkar, o da zar zor, yani öğretilebilir geri zekalı seviyesinde…
Bunlar gibilere kıssadan hisse bir şeyler daha söylemeden duramayacağım, ama anladıkları dilden…
İki kripto taşeron, o muhteşem IQ seviyenizle zar zor idrak edeceksiniz ama yine de anlamayı deneyin;
Sizin Müslümanlığınız size, bizim Müslümanlığımız bize...
Siz ve sizin gibi Atatürk ve Cumhuriyet değerleri düşmanı emperyalist fetö artıkları Müslümansa, biz o türden değiliz! Zaten kendimizi sizin türünüzden, yani İncil satıcısı siyasal islamın taşeron tipi, kripto ihanet çetesi türünden Müslüman olarak hiç görmedik, görmeyeceğiz de...
Biz herşeyden önce insanız! Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi, Anavatanına ve Türk milletine sadık, başta TSK’nın fedakarlıkları olmak üzere, özellikle 74'de bizim için yapılan fedakarlıkları asla unutmayan, unutturmayan insanlarız!
Sizler çocuklarınızı cemaat okullarında okutuyorsunuz diye böbürlenen bir kripto fetö çetesinin mensuplarısınız, biz ise çocuklarımızı Atatürk ilkelerine sadık, laik, Cumhuriyet okullarında okutuyoruz, tıpkı bizim geçtiğimiz yollardan geçiriyoruz...
Siz Amerikan emperyalizminin beslemesi sümüklü imam müsveddesine methiyeler düzerken, kapısını aşındırıp elini eteğini öperken, biz ise sadece Türk milletinin değil, insanlık tarihinin görüp görebileceği en büyük lider olan Atatürk'ün izinden, bildiğimiz yoldan, başımız dimdik, alnımız açık yürüyoruz...
Siz emperyalizm icadı cemaatınızla halkın, milletin, devletin kanını emmeyi, milletini arkadan vurmayı, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e ihaneti öğrendiniz, kötülükten, kaostan, ahlaksızlıktan, sahtekarlıktan, haramdan beslendiniz, biz ise Atatürk okullarında ekmeğimizi helalinden kazanmayı, cebimizdeki iki kuruşu kardeşlerimizle, arkadaşlarımızla, muhtaçlarla paylaşmayı, gerektiğinde de vatanımız, milletimiz için canımızı feda etmeyi öğrendik…
Siz ve temsil ettiğiniz zihniyet Türk milletinin tescilli düşmanıdır, biz ise Türk milletiyiz, Türk milletinin ta kendisiyiz, kim olduğumuzu andımızdan, bayrağımızdan, marşımızdan öğrendik…
Siz ve temsil ettiğiniz, çocuklarınızı okullarında okutmakla övündüğünüz zihniyet “istiklal” nedir bilmez, biz ise “İstiklal Marşı’nı” biliriz, İzmir Marşı’nı biliriz, Onuncu Yıl Marşı’nı biliriz, Mücahitler Marşı’nı biliriz…
Siz fitneden, fesattan, yalandan, kalleşlikten, haramdan, emperyalizm uşaklığından beslenmeyi, milletin kanını emerek kazandıklarınızla çocuklarınıza haram yedirmeyi, onları sizin zihniyetinden olmayanlara karşı düşman olarak yetiştirmeyi seçtiniz, biz ise tüm çocuklarımıza eşit davranmayı, hepsini kendi çocuğumuz olarak görmeyi, onları sahiplenmeyi, onlara helalinden yedirmeyi, dürüstlükle yetiştirmeyi seçtik…
Siz çocukların arkasına saklanmayı, çocukları İncil satıcısı siyasal İslamın en ahlaksız icadı olan din istismarı uğruna kullanmayı, harcamayı seçtiniz, biz ise çocuklarımızı korumayı, çocuklarımıza kalkan olmayı, onları vatanına, milletine bağlı Atatürk çocukları olarak yetiştirmeyi seçtik…
Sadece bu milletin çocukları, güzel insanları değil, siz ve sizin gibi tetikçi kripto fetö artığı yüzkaraları bile yataklarında rahatça uyuyabilsin diye, biz ve bizim gibilerin "sıramız geldiğinde" Mücahitler ve TSK olarak yaşadıklarımızdan sadece bir geceyi size anlatacağım...
Bir halt anladığınızdan veya anlayabileceğinizden değil ama, Kıbrıs Türkünü Rumcu ilan etmek gibi bir ahlaksızlıkta, Kıbrıs Türküne karşı harekat yapmak gibi bir gafillikte ısrarcıysanız, bu yazının sonunda sizi neyin, kimlerin beklediğini de iyice öğrenesiniz diye…
1996’nın hafızalardan çok uzun yıllar çıkmayacak sıcak, kan ve nefret dolu yazının sonunda, sınır boylarında olanlardan dolayı Kıbrıs’ı ikiye bölen sınır çizgisinin her iki tarafı da çok gergindi, her iki taraf da birbirine bileniyordu…
Rumlar Avrupa’dan getirilen ayak takımının başlattığı sınır eylemleriyle aşırı tahrikkar olmuşladı, bizim taraftan da birileri Türkiye’den aynı ayarda birkaç bin kişilik ayak takımı getirmiş, sınıra salmıştı, güya bu çapulcular Ülkücü idiler, ama tiplerine bakıldığında sokaktan toplama serseri tayfasından başkası değillerdi…
Bu işten ne biz Mücahitler, ne de TSK askerleri hiç hoşnut değildi, bizim işimiz sınırımızı korumaktı, sınırın korunması veya sınıra tecavüz etmeye yelteneceklerin defterini dürmek için ne idüğü belirsiz serserilere ihtiyacımız yoktu…Nitekim bu serserilerden elli kadarını bizim bölgeye bizden habersiz getirdiklerinde derhal komutandan bunları çekmelerini istedim, aksi takdirde benim sorumluluk alanımda bir olay olursa ve her iki tarafın çapulcuları birbirleriyle temas etmeye kalkışırsa, her iki tarafın çapulcularını da gözümü kırpmadan vuracağımı, benim için aynı tür pislikten farkları olmadığını, sınırı korumak için bir avuç maceracı paçavra kılıklının desteğine ihtiyacımız olmadığını, sınırı korumanın bizim işimiz olduğunu söyledim.
Komutan da benimle aynı fikirde olunca gerekli girişimler yapıldı, yarım saat sonra geriye gönderilen otobüsle götürüldüler...
Haftalar boyunca sınırda izlediğimiz manzara tam bir akıl tutulmasıydı, tarifsiz bir delilikti, yaşanan tahriklerden dolayı öfke burnumuzdaydı, neticede ağzında sigarasıyla serserinin biri BG askerlerini aşıp da bizim sınırdaki bayrak direğine tırmanmaya kalkışınca, ilk kurşunu kulağının dibine yedi, yere düştüğünde de kurşun yağmuruna tutuldu, ortalık karıştı, o gün iki BG askeri dahil, daha yaralananlar oldu…
Bu manyakça kışkırtmalarla dolu süreç bittiğinde Rumların göstericilerinden ikisi ölmüştü, bazıları ciddi şekilde yaralıydı ve durum çok gergindi, sınır olayları bittikten sonra bile ortalık durulmamıştı…
Sınırın en uç noktasında ben ve yanımdaki 8 asker vardı, hepsi de 17-18 yaşlarında çocuklardı, ama kısa süre sonra hepsi de sorumluluklarını bilen, iş daha da büyürse sonucun nereye varacağını anlayan olgun adamlara dönüşmüştü.
Rum tarafı, bu arada, PKK’ya her türlü yardım ve yataklığı yapıyordu, altımızdaki Rum köyünde bir ofisleri bile vardı, “din kardeşimiz” çapulcu Araplarla birlikte, ki bunlar muhtemelen Filistinli idiler, ta en başından beri bu ikili çok sevişiyordu ve Türk askerine ve milletine karşı birlikte hareket ediyorlardı, o ofiste buluşup, sürekli sınır keşfi yapıyorlardı…
Sınır keşfini bir tek amaçla yaparsınız, bir boşluk bulursanız, düşman hedefi vurmak için…
Biz de sürekli olarak bunların hareketlerini takip edip, gece gündüz rapor ediyorduk ve sınır boyunda başka yerlerde de aynı numarayı çekme ihtimaline karşı dikkatli olunması konusunda uyarı yapıyorduk.
Nihayet 8 Eylül 1996 gecesi film bir daha koptu, korktuğumuz başımıza geldi, yan birlikteki nöbet kulübesi sabaha karşı basıldı, iki nöbetçiden biri yakın mesafeden kurşuna dizilerek öldürüldü, diğeri ağır yaralandı, yaşaması inanılmaz bir mucizeydi…
Kimin bastığı belli değildi, ama güya Rumlar basmış ve Ağustos’taki olaylarda öldürülen iki Rumun intikamını almıştı, bana göre ise Rumlar yapmamış, taşeronları olarak PKKlıları ve Arap beslemelerini kullanmışlardı, böylece ava giderken avlanırlarsa, Rumlar hiçbir sorumluluk kabul etmeyecekler, üstüne üstlük bir de “iyi ki geberttiniz, vallahi da billahi da bizim bir sorumluluğumuz yoktur, belalarını buldular” deyip, işin içinden sıyrılabileceklerdi…
Sinirler bir kez daha son raddesine kadar gerildi, alarm seviyemiz en üst seviyede, deyim yerindeyse, parmağımız tetikteydi, bulunduğumuz Kıbrıs’ın nerdeyse yarısına hakim olan tepenin dibindeki Rumlar da bizden gelecek misilleme korkusuyla gözümüze görünmemeye çalışıyordu...
Kısacası, birbirimize görünmeden birbirimizi saniye başı takipte tutuyorduk.
Birkaç hafta sonra, Ekim’in ilk haftasıydı, Cumartesi gecesiydi, gece bastırırken dehşetli bir yağış da başladı.
Böylesine şiddetli yağışlı bir havada normalde herkes deliğine çekilir, ama biz delikte bir soba başında değildik, gözetlemedeydik, aniden onbaşı Hasan “Apaçi” Kızılyürek çavuşum çabuk gel dedi, dürbünde ucu ucuna birkaç saniyeliğine, yaklaşık birbuçuk kilometre ilerimizdeki yolda doğumuzdan batımıza doğru geçen bir kamyon dolusu asker yakalamıştı, en az 20-25 silahlı adam vardı ve yağmura rağmen kamyon brandasızdı, belli ki aceleyle hareket ediyordu, kamyon birkaç kilometre ilerden kuzeye, bizim hatlara doğru döndü, oralarda bir takımları vardı.
Gözetleme işini iki katına çıkardık, diğer dürbünün başına da onbaşı Barış Açıkyıldız geçti, bir çeyrek saat sonra da Barış bir kamyon daha yakaladı, ve bu iş kısa aralıklarla böyle devam etti, normal şartlarda o havada bunların yakalanabilmesi bir mucizeydi, ama o mucizenin düşmanın hesaplamadığı bir detay yüzünden ucu ucuna nasıl gerçekleştiğini yazmayacağım…
Aynı anlarda batımızdaki timimizin bulunduğu yerin tam karşısındaki tepelerde bulunan küçük birliklerinin oraya da bir yığma yapmaya başladılar… Bunu çaktırmadan, askerleri oraya birer, ikişerli göndererek, ama aceleyle yapmaya çalışıyorlardı, ama biz durumu fark edince hemen alakalı herkese, Macar ve Avusturyalı Barış Gücü de dahil, haber verdik, hem bizim bölük, hem gerimizdeki TSK birlikleri, herkes alarma geçti, o zamanlarda TSK temas hattında olmadığı için tamamen bize güveniyorlardı.
Yetmedi, daha kamyonların geçişi bitmeden, bu sefer doğumuzdaki Rum askeri noktalarına çaktırmadan, birkaç dakika aralıklarla, dikkat çekmemek için sivil araçlarla, araçlarını da biraz uzakta bırakarak, tek tek veya ikişerli, kimi hafif silahlı, kimi 12,7’lik ağır makineli silahıyla, kimi RPG roketleriyle askerler gelmeye başladı.
O dehşetli havada fark edilmeyeceklerini, bizim de tepelerindeki bina içinde tıkılı olacağımızı varsayıyorlardı muhtemelen, ama değildik.
Hemen iki makineli tüfek timini doğu ve batı istikametlerinden gelebilecek saldırı noktalarını görebilecek şekilde yerleştirdim…
Bir sızma veya saldırı olacaksa, böyle bir gece biçilmiş kaftandı, tek ve en büyük avantajımız ise yüksekte olmak ve aşağıdaki düşmanın hareketlerini görebilmekti.
Düşman saldıracaksa, genelde en zor hava şartlarını ve en zorlu saldırı noktalarını seçer, kolay yerden pek gelmez, en zorlu yerden en sıkı elemanıyla gelir, fırtına gibi eser, önüne çıkanı biçer, kaşla göz arasında yapacağını yapar, sonra çekip giderdi…
Ancak hazırlıklıysanız, böyle bir durumda ya saldırıyı püskürtürsünüz ya da başarılı olamazsanız bile, düşmana da ağır zayiat verdirirsiniz…
Güvercinlik katliamından sonra doğudaki askeri noktamızı boşaltmıştık, bizim birliğin en zayıf noktası orasıydı, orada koca bir açığımız vardı, bu havada oradan bir ordu arkamıza geçse göremezdik, doğudaki Rum askeri birlik noktasına taksit taksit ulaşanlar tam da bu noktanın karşısında yoğunlaşıyorlardı, sınır ise sadece birkaç metre ilerideydi, hızlıca yürüseler, ara bölgeyi geçseler, en fazla iki, üç dakikada bizim boş mevzilere çıkarlar, aşıp bölüğe doğru giderlerdi…
Cumartesi gecesi olan o gece, normalde bölükten bir devriye ekibinin o bölgeye devriye görevi yapması gerekiyordu ama karargahtaki asteğmen arkadaşım Deniz’e o dehşetli havada çocuklardan kimsenin dışarı çıkmamasını, bölgeye kendim gideceğimi daha bu anormal hareketlilik başlamadan söylemiştim, iyi ki de söylemişim ve Deniz de lafımı dinlemişti.
Hafta sonu olduğu için bölük komutanı da bölükte yoktu, yardımcısına ise, nereye kaybolduysa, ulaşamadık, meğer köye kebap yemeye gitmiş, telsiz de bulunduğu yerden çekmiyordu, bölüğe dönene kadar da olanlardan haberi olmadı.
Bütün maçı bölük karargahında telsiz-telefon başında oturan asteğmen devrem Deniz ile idare ediyordum.
Öyle şartlar altındaydık ve öyle ulaşılmaz bir yerdeydik ki, aAni bir baskın durumunda kimse bize yardıma filan gelemezdi, herkes kendi başınaydı, en yakınımızdaki TSK birliği de en az on kilometre gerideydi, en kötüsü de düşmanın eski tip telsizlerimizi istediği anda devredışı bırakabilmesiydi…Kafaları sıktığında telsizlerimizin kontrolünü ele geçirip, istedikleri gibi zırvalıyorlardı, böyle bir risk çatışma anında bizi felç ederdi, ki muhtemelen telli hatlarımızı da dinleme kapasitesine sahiptiler.
O yüzden de istihbaratçıların Allahı gelse anlayamayacağı, anlasa bile mütemadiyen değiştirdiğimiz, sadece kendimizin anlayacağı bir şifre geliştirmiş, ihtiyaç halinde kendi aramızda telsizde onu kullanıyorduk, sürekli de kodları değiştiriyorduk, o gece de aynısını hızlıca yaptım, adamlarıma neyin ne olduğunu izah ettikten sonra, en güvendiğim adamlar olan Barış ve Hasan Apaçi’ye tepedeki emir komutayı bıraktım, gece görüş dürbünlü keskin nişancı tüfeğimi aldım, hücum yeleğine ve belimdeki şarjörlüklere on şarjör yerleştirdim, 200 mermi, bir de tüfekteki 20 mermi, eder 220 mermi, gerekirse uzun süre yeter dedim, ceplerime de iki el bombası ve iki bombaatar mermisi attım, üstüne kalın panço yağmurluğumu giydim, tepeden aşağı karanlığa daldım, yağmurun altında dimdik bir keçi patikasından 300 metre indim, sonra karşıdan görülmeyecek bir başka patikadan koşarak temas hattındaki son nöbet yerimize gittim.
İki nöbetçi de kulübedeydi, çocuklar yağmurdan korunmak için tıkış tıkış içeri girmişti, karşıdaki Rum temas hattı noktası ise sadece 120 metre ilerdeydi, her iki taraf da hem silah atışıyla, hem de roket atışıyla vurulmaya müsait bir mesafe ve noktadaydı.
Kendilerine hızlıca durumu izah ettim, etrafımızda beklenmedik bir askeri yoğunlaşma olduğunu, sıcak bir çatışma olursa bir roket atışıyla kulübeyi uçuracaklarını, böyle bir durumda benim ve karşı tepedeki adamların ve kendilerinin ne yapacaklarını anlattım, hemen kulübeden çıkarıp yakındaki en emniyetli yere yerleştirdim.
Sonra en doğudaki boş, askerden arındılmış noktamıza gittim, orada bilmeyen birinin bulması imkansız bir sahra telefonumuz gizliydi, yerini ben ayarlamıştım, her hafta hava kararınca gidip pillerini değiştirir, aynı yere saklardım, az ilerde de toprağa gömülü hat vardı, hattın yerini bilmeyen biri telefonu bulsa bile kullanamazdı…Hattı çıkarıp telefona bağladım, kontrol ettim, hat ta karargaha kadar tıkır tıkır çalışıyordu, yerine gizledim, çok önceden olası tehlike durumları için hazırladığım, karşıdan görünmeyen pusu yerlerinden birine gittim.
Yağmur yağmaya devam ediyordu, arada bir dehşetli şimşekler çakıyordu, böyle havalarda arazideyken en korktuğum şey silahın veya telsizin yıldırımı çekmesiydi, ayaklı cephaneliğe benzer bir haldeyken yıldırım yeme durumunda ise sadece anında ölmekle kalmayacaktım, üzerimdeki mühimmat da muhtemelen patlayacak, muhtemelen geriye parçalanmamış bir ayaklarım kalacaktı ve aileme teslim edildiğimde artık insan olarak geriye pek bir şeyim kalmamış olacaktı…
50-60 metreye el bombasını isabetle atabilen ender insanlardan biriydim ve o gece yanıma iki de elbombası almıştım, tüfeğin bombaatarı için de iki bomba, yani her türlü risk, yıldırımla vurulmam durumunda parçalarımı bulmaları bile zor olacaktı…
Tüfeği altıma alıp pusu yerine yattım, yağmur pançonun üzerinden eziyordu resmen.
Yattıktan bir iki dakika sonra telsizden belli belirsiz Barış’ın sesi duyuldu, şifreli kelimelerle Rum toplanma yerinden iki karaltının benim olduğum tarafa doğru ayrıldığını söyledi, bir dakika geçmeden de görüş açıma girdiler, meğer tam zamanında pusu-gözetleme yerime gelmişim.
O kadar uzak mesefeden ve o havada Barış’ın onların hareketini yakalaması bir mucizeydi ama yine şeytan burada açıklamayacağım bir ayrıntıda gizliydi ki bunu başarabildi…
Sonra iki daha, birkaç dakika arayla iki daha, sonra iki daha, nihayette sekiz kişi oldular ve artık tam karşımda, elli metrelik bir hat boyunca, tam bir avcı zinciri pozisyonunda yatıyorlardı, daha yüksek bir noktada olduğum için hepsinin karaltısını tek tek seçebiliyordum, aramızdaki mesafe 200 metre bile yoktu, gelirlerken birinin elinde tamburalı bir makineli, birinde de roketatar görebilmiştim.
O ana kadar bu heriflerin hava şartlarını kullanarak bir tatbikat yaptıkları olasılığını düşünmüştüm ama sınır bu kadar gerginken en hassas bölgede böyle bir şey yapmalarını da normal bulmamıştım.
Ellerinde sadece gece görüş değil, termal kamera da olsa yattığım yerde ve kıyafette beni görebilmeleri pek mümkün değildi ama ben yağmura rağmen hepsini tek tek görebiliyordum, zaten gözlerimiz araziye alışkındı ve farkı fark etmeye odaklandığımız için arazide normalin dışındaki her farklılığı, el kadar bir şey bile olsa, fark edebiliyorduk, sürekli arazide olmak ve özellikle de gece hayalet gibi gezinmek, pusuya yatmak, her türlü duyu ve algılarımızı aşırı derecede geliştirmişti…50 metre uzakta yürüyen birinin ayak sesinden, pantolon hışırtısından, yürüme tarzında çıkan sesten bile kim olduğunu veya olmadığını, hatta diğer canlıları bile görmeden fark edebiliyor, neyin ne olduğunu anlayabiliyorduk…
Karşımda 8 hedef vardı, yalnız başımaydım, adrenalin ve heyecan tavan yapmıştı, yağmuru çamuru unutup, doğrudan düşmana odaklandım, hedeflerin her biri aynı zamanda bir azraildi, ben de onların azrailiydim…Öyle bir durumda, yalnız başına karanlığın, yağmurun, çamurun içindesin, karşında 8 azrail var, kimsenin yardımına gelemeyeceği bir yerdesin, netice itibarıyle kendi kaderinle başbaşasın ve hep bir adım sonrasının bir ölüm kalım savaşına dönüşebileceği endişesindesin, kendi çaren ve hatta diğer arkadaşlarının çaresi de mecburen kendinsin, elin mahkum, her an her şey olabilir, sabaha sağ çıkıp da güneşi bir daha göremeyeceğin hissiyatı ağır basıyor, o anda evde yataklarında uyuyan aileni düşünüyorsun, sen sınırı bekliyorsun diye arkadaki köyde evlerinde rahatça uyuyan çocukları düşünüyorsun...Bizden öncekiler bizim yaşamamız için ne gerekiyorsa yapmıştı, şimdi sıra bizdeydi, bu coğrafyada kaderimiz buydu…
Düşünceler gidip gelirken kafamdan hızlı bir hesap yaptım, ilk üç saniyede makineli tüfeği tutanı ve roketliyi birbiri ardına vuracaktım, sonra da ötekileri sonraki on saniye içinde etkisiz hale getirip geriye, daha gerideki bir başka gizli savunma mevzime çekilecektim.
Eğer iyi eğitilmişlerse, ilk üç saniye sonrasında geriye kalanlar yerimi tespit edip, anında bana yoğun baskı ateşi açacaklardı, biri de yerimi arkadaki havancılarına ve akşamüzeri tam karşımızdaki tepeye yerleştirdikleri çoklu roketatar takımına bildirecekti, birkaç saniye sonra da başıma havadan dehşetli bir ateş yağacaktı.
Yattıkları yer tam sınır hattıydı, ama eğer az daha ilerleyip de ara bölgedeki iki sınır arasındaki çukurluk kısma girerlerse, o zaman sekizi de ördekten farksız olacaktı…Eğer oldukları yerde kalırlarsa, bu bir kanun dışı, ateşkesi ve uluslar arası anlaşmaları ihlal eden tatbikattı, BG sabahleyin tepelerine binerdi, ama yok eğer şöyle bir 10 metre daha öne doğru gelirlerse işin boyutu tamamen değişecekti, artık sınır ihlali başlamış demekti ve ağır silahlı adamlar sınırlarımıza doğru ihlal yapmaya başladıysa, işin şakası yok demekti.
Emniyeti açık, mermi namluda sürülü tüfeğin üstü iyice örtülü dürbününden herifleri takip ederken, birden aklıma arkamdaki köyde olduğum yere en yakın son evde kalan yaşlı çift geldi, telsizden Deniz asteğmene ulaşmaya çalıştım, yağmurdan dolayı mırıltılarımın karşıdan duyulması pek olası değildi, nitekim Deniz beni duydu, kendisine anlayacağı şekilde ihtiyarların evinin yakınına iki adam göndermesini, orada beklemelerini, papara koparsa derhal kapıyı kırıp, ikisini de oradan bölüğe “çay ikramına” götürmelerini söyledim, Deniz zeki adamdı, hemen denileni yaptı, iki adam oraya gelip, sabaha kadar ihtiyarların kapısının dibinde bekledi…yoksa, bir çatışma durumunda o iki ihtiyar hem ateş hattında kalacaktı, hem de kimse onları kurtarmaya gelemeyecekti…
O uzun gecede yağmur ara ara kısa süreliğine durdu, sonra inadına inadına tekrar başladı, ne o herifler kıpırdadı, ne de ben, çamurun içinde çakılıydık…Pozisyonum itibarıyle doğu, batı, güney istikametlerimi normal şartlarda 400 metre mesafeye kadar rahat ateş altına alırdım, batımda kalan iki nöbetçiyi de korurdum, zaten tepedeki adamlarımın atış hattını da 800 metreye kadar yoğun ateş altına alacakları şekilde ayarlamıştım…Bir papara başlarsa sabaha kadar dayanmanın çaresine bakmalıydık, sabah nasılsa ortalık durulurdu, herkes suçu birbirine atarak işin içinden çıkmaya çalışırdı…
Şimdi yağmurda net vuruş mesafem 100 metre bile yoktu, 200 metre ise zorlu bir mesafeydi, ama yine de zar zor görebiliyordum, ancak tüm dikkatim karşıdayken birileri hızlı davranıp da benimle sağımdaki iki nöbetçi arasında kalan ufak bir ölü bölgeden geçmeye çalışırsa, görememe ihtimalim vardı, iki nöbetçiyle aram kuş uçuşu nerdeyse 500 metreydi, bu da beni fena halde geriyordu, çocuklarsa bana güveniyordu, yakınlarında olmam onlara güven veriyordu ama endişe her tarafımı sarmıştı, sadece tepedeki adamlarımın benim gözümden kaçan bir şey varsa vaktinde yakalayacağını umuyordum…
BG askeri devriyesi o gece hiç görünmedi, içimden defalarca küfrü bastım, korkup ayak altından çekildiler dedim, yoksa bütün gece boyunca devriyeleri aramızdan az beş defa geçmiş olacaklardı, meğer öyle değilmiş, devriye yapmamışlar ama solumdaki 96 numaralı yüksek tepeye arkadan dolanarak, Rumlara görünmeden çıkıp, oradan kimin ne halt ettiğini gözetlemeye başlamışlar…
Sınırın gerisindeki herkes yatağında yatırken ben ve çocuklarım yağmurun, çamurun, buz gibi havanın içinde yerde yatıyorduk, iyi giyinmemiş olsaydım buz kesecektim…En son öğleyin bir şeyler atıştırmıştım, gece ilerledikçe midem sırtıma yapıştı, enerji azalınca yavaş yavaş üşüme başladı, yağmur altında susuzluk fena halde zorlamaya başladı, işenmemek için cebimdeki küçük çelik şişeden su bile içemiyordum, aksi takdirde işenince yattığım yerde üzerime işemek zorunda kalacaktım…Annemin ördüğü boğaz atkısını da burnuma kadar kaldırmıştım, aksi takdirde o soğukta nefesim de karşıdaki bir takip cihazından fark edilebilirdi.
Karşıdaki herifler birkaç kez hareketlendiler, birbirlerine yaklaşıp, tekrar ayrılıp eski pozisyonlarını aldılar, bense yattığım yerde kazık olmuş, arada bir hassasiyetini kaybetmesin diye sağ elimi sıkıp sıkıp bırakıyordum, özellikle tetik parmağımı sürekli hareketli tutuyordum…Soğuk etkisini gösteriyor, gece yarısından sonra soğuğun etkisiyle tatlı bir uyku habure bastırıyordu, kendi dudağımı bir sağlam ısırıp bıraktım, ağzımdaki kan tadı artık uyku filan bırakmadı…
Sabah ikiye doğru gerginlik, heyecan ve belirsizlik yerini öfkeye bıraktı, nerdeyse altı saattir orada yatıyordum ve artık gerginlik ve heyecan bitmişti, içimden dalga dalga büyüyen bir öfke patlaması gelmeye başlamıştı, telsizleri gerekmedikçe kullanmıyorduk, tam bir sessizlik hakimdi, karşı taraf bizim taraftan olağan dışı bir şey sezinlememeliydi, meydanı boş sanmalıydı, ama ben artık kendimi karşımdaki sekiz ördeği vurmaya hazırlamıştım, hem de fazlasıyla, en ufak bir hareketlenmede de vurmaya başlayacaktım, onlar da benden daha iyi durumda değillerdi, onlar da emir kuluydular ama bu pis heriflerin yüzünden rezil durumdaydık ve resmen kaşınıyorlardı, belalarını arıyorlardı, bir dersi hak ediyorlardı, sadece ve sadece 20-30 metre daha ileri çıksalar, artık kesinlikle meşru müdafaa hakkımı hiç acımadan kullanıyor olacaktım…
Ama çıkmadılar, sabaha doğru yağmur durmuştu ama hava hem soğuktu hem de bulutluydu, sadece ara ara ay ışığı yansıyordu, o da bizim gece görüşler için muhteşem bir doğal ışıktı, görüş alanı bir anda yüzlerce metreye, hatta birkaç kilometreye kadar netleşiyordu…Karşıdan görünmemek için asla kızılötesi fener kullanmıyorduk…Sabah saat tam 4,30’da tek tek oldukları yerden kalktılar, eğilerek birliklerinin olduğu noktaya doğru döndüler…Bu ana kadar durum belirsizliğini korudu, ya tatbikattı, ya da insan direncinin en düşük olduğu anlar olan sabah 2 ile 4 arası bir saldırı olacaktı, ama 4,30’da yerlerini terk etmeye başlamalarıyla durum netleşti…
Hasan’ın lakabı “Apaçi” idi ama gerçekten de tam bir Apaçi gibiydi, ay ışığında MG3’ün dürbününden bu hergeleleri fark etti ve beni şifreli bir şekilde uyardı, teyit ettim…Sabaha kadar karargahta telsiz-telefon başında gerginlikten çatlayan Deniz asteğmen de diğer noktalardan aldığı bilgileri bana aktardı, yine şifreli bir şekilde…Saat 5e kadar bekledim, sonra geriye çekildim, geriden geniş bir tur atıp checkpoint noktasındaki iki askerin yanına gittim, çocuklar heyecandan oldukları yerden kıpırdamamış, bütün gece gözlerini kırpmadan bir olay olmasını beklemişlerdi, güneş doğana kadar pozisyon değiştirmemelerini, benden haber beklemelerini tembihledim…
Yine geniş bir tur atıp, gün ışımaya başladığı anlarda tepeye çıktım, çocukların tümü bıraktığım yerde hala tetikte bekliyordular, soğuktan donmuşlar ama kimse gözünü kırpmamıştı, sadece üzerimdeki dört bombayı emniyetli kutuya koydum, sonra hemen kerpiç mutfağa dalıp kocaman bir tencereye annemin tarhanalarını doldurdum, on dakika sonra tarhana çorbası hazırdı…Çocuklar sırayla yerlerini bırakıp, gelip çorba içtiler.
Deniz asteğmen gece izindeki bölük komutanına telefonla ulaşıp durumu anlatmıştı, o da sabah 6da bölüğe döndü (daha erken, gece karanlığında dönmesinin dönüş yolunun pusuya müsait bazı noktalarında emniyetli olmayacağı ve telli hattın bile dinlenme riski dolayısıyla istemedik…Hemen dönse bile onun boşluğunda yapılacak her şey hemen yapıldığı için sabaha yakın dönmesinde mutabık kalmıştık), çevremizdeki tüm dost birliklere bu hareketliliği bildirdiğimiz için gece boyunca herkes teyakkuzdaydı, ancak tek mermi atılmadı, sabah da güneş, gece sanki hiçbir şey olmamış gibi doğdu.
Sabah 7de bölük komutanı ve ben BG kampının girişindeydik, ben aynı zamanda tercüman çavuştum, kura ile o rüyamda görsem varlığına inanmayacağım yere düşmüştüm ve en ilerideki, sıfır noktasındaki kiliseden bozma karakolun sorumluluğu da çeşitli sebeplerden dolayı bana verilmişti…
BG komutanı ateş püskürüyordu, meğer biz uyardıktan sonra onlar da ellerindeki tüm imkanlarla karşı tarafı izlemeye almışlar, Rumlara çok sert bir uyarı verdiler, Rumlar yedikleri haltı önce kabul etmedi, sonra bizim taraftan o tarafa bir sızma girişimi gördüklerini, o yüzden böyle bir hazırlık yaptıklarını iddia ettiler, ama bilmedikleri şey, bizim daha bunlar hareketlenir hareketlenmez BG’yi uyardığımızdı, dolayısıyla BG bunlara zerre zırnık inanmadı…Biz de bir daha böyle bir şey yaparlarsa uyarısız vuracağımızı söyledik, ama Rum tarafı bu uyarıya da kulak asmadı…Çok değil, iki ay sonra bu sefer şanslarını bir daha denediler, derslerini zor yoldan aldılar, ama yine uslanmadılar, bir ay sonra bir daha denediler, üstelik de tam da o sekiz herifle burun buruna kaldığım noktada, doğrudan sınırı delerek, ta bizim mevzilere kadar çıkarak denediler, bu sefer canları fena halde yanarak, ölüleriyle yaralılarını sürükleyerek çekildiler, olaya şahit olan ise doğrudan iki BG askeriydi, BG durumu öğrenince küplere bindi, BM bunlara 74 sonrasındaki en sert protestoyu çaktı, gık bile diyemediler…
Gelenlerin silahlı Rum olduğunu varsaysak da, ben hep Rumların değil ama besledikleri, koruyup kolladıkları, eğittikleri, donattıkları, PKK ve sevgili din kardeşleri Filistinli çapulcular gibi taşeronları olduğunu düşündüm, Araplar bizden Rumların ettiğinden daha fazla nefret ediyordu ve birbirlerine müthiş destek veriyorlardı, ancak 97 Şubatındaki olaydan sonra BM’den protestoyu yediklerinde, bir daha karşı taraftan böylesine delice bir girişim yaşanmadı…Bin nasihat yerine bir musibet akıllarını başlarına getirmişti, nerden, nasıl, ne zaman gelirlerse gelsinler, karşılarında her an hazır beklediğimizi de en acı tecrübeyle öğrenmişlerdi…
Hiçbirimiz profesyonel asker değildik, profesyonel bir askeri eğitimden geçmemiştik, bölükte bölük komutanından sonra yaşı en büyük olan bendim, mastere kalmam dolayısıyla askere 25 yaşında gitmiştim, ancak kafamız çalışıyordu, çoğumuzda her türlü fiziki yeterlilik vardı, ben çocukluğumdan beri atletizmin zirvesindeydim, silah kullanmayı daha 5 yaşında öğrenmiştim, o gerginlik içinde bir çatışma başlarsa kimsenin yardımımıza gelemeyeceğini de biliyorduk, düşmanın bir ileri harekatında en ileri ve önemli karakol noktasında olduğumuz için ilk bizi yok etmesi gerektiğinin farkındaydık, ve neticede, tam zamanında insiyatif almayı, gerekeni anında yapmayı da artık doğaçlamasına biliyorduk…
Rahmetli Kolordu Komutanımız Hasan Kundakçı Paşa ile aram oldukça iyiydi, görevden ayrılmadan kısa süre önce yanımıza geldiğinde beni yanına alarak bana sorduğu soru ve aldığı cevap; Birşeye ihtiyacınız var mı Çavuş?...Var Komutanım, bir deliliğe kalkışırlarsa burada en az bir saat dayanacak, bu bölgeyi tutabilecek kadar cephane ve roketatar lazım, en azından bu sürede sizi bilgilendirebilelim, bir saat sonra hepimiz zaten bitmiş olacağız…Buraya kimsenin yeterince hızlı bir şekilde yardıma gelemeyeceğini biliyorum, bizden haber kesildiği anda elinizdeki herşeyle burayı havaya uçurun, biz zaten artık yokuz demektir…(elimle karşı tepeyi gösterdim) Karşı tepelerdeki füze rampalarının, bölgedeki topların ve çevremizi sarmış olan birliklerin tümünün ilk hedefi biz olacağız, yanımdaki bir avuç çocukla fazla dayanamayız, en fazla bir saat, teslim olmamız da sözkonusu değil, ancak cesetlerimizi geçebilirler bazı fanatik EOKA’cıların 74’de Beşparmaklarda canlı yakaladıkları mücahitlere ve TSK askerlerine neler yaptıklarını biliyorum…
Kundakçı Paşa sıkı adamdı, gerçekçi adamdı, başını salladı, hikaye okumadı, gözlerimin içine bakarak “Söylediklerini aklımda tutacağım” dedi…Değil bir avuç çocuk mücahit, o daracık, dört bir taraftan çevrilmiş alanın içine en eğitimli profesyonel askerlerden tam donanımlı bir birlik gelseydi, onlar bile her taraftan üzerlerine gelecek dehşetli bir ateş gücüne karşı fazla dayanamazdı, çünkü ne geri çekilecek ne de fazladan manevra yapabilecek bir alan yoktu, tek noktada bir direniş gösterilecekti, karadan gelen düşman bir süreliğine durdurulacaktı ama havadan yağacak cehennem ateşinden kurtulmanın imkanı pek yoktu…
Ha, sonrasında arkadan gelecek olan fırtına da düşmanı ezip geçerdi, orası da ayrı mesele…
Neticede, 96 Ağustosundan 97 Mayısına kadar hemen her günümüz ve gecemiz, hatta her dakikamız, aldığımız her nefes gerilim içindeydi, aylar ayları nerdeyse bir saat bile yatak yüzü görmeden kovalayıp geçti, tek bildiğimiz yatak kimi zaman kuru, kimi zaman yaş, kimi zaman çamurlu topraktı, uyku ise fırsat bulduğumuzda oturduğumuz ilk yerde mümkündü ve bölük pörçüktü…
Bizden sonra, bizim görevlerimizi devralanlar da aynı yoldan yürüdüler, Mücahit atalarının ve kahraman TSK askerlerinin kanlarıyla, terleriyle sınırını çizdikleri aynı toprakta gururla, onurla yattılar…
Sonra, gün gele emperyalizmin uşağı, Türklük, bayrak, vatan, Cumhuriyet düşmanı, emperyalizmin uşağı bir siyasal İslam hortladı ve taşeronları bizi, Kıbrıslı Türkleri, Rumlukla, dinsizlikle suçladı, en iyi bildiği şeyi yaptı; ahlaksızlık ve provokasyon!...Ki, bu millet ihanetin en büyüğünü de bunlardan gördü…
Siyasal islamın ahlaksız uşaklarına son sözüm; 74’de Rumun kanlı katilleri çocuklarımızı katledip, toplu mezarlara gömdüler, siz ise tarifsiz kötülüğünüzle, ahlaksızlığınızla, sahtekarlığınızla, rant hırsınızla sadece bizim çocuklarımızı, Şampiyon Meleklerimizi, öğretmenlerimizi, annelerimizi, arkadaşlarımızı 6 Şubat felaketinde ezim ezim etmediniz, Anavatan’daki sayısız başka öğrencimizi, dostlarımızı, tanıdıklarımızı ve tanımadığımız sayısız insanı katlettiniz, katledenleri de cezalandıracağınıza ödüllendirdiniz, bizi yaşayan ölülere çevirdiniz, sadece evlatlarımızı değil, ruhumuzu ve tüm inançlarımızı da katlettiniz…
Sizi unutmuyoruz, bizim için EOKA çapulcuları ve ağzı kan ve nefret kokan papazları neyse, siz ve ağzıyla yüreği zehir kusan, camilerimizi, dinimizi, kültürümüzü, Allah’ın adını kirleten imam müsveddeleriniz onlardan da betersiniz, Türk milletinin, Türkiye’nin başına gelip gelebilecek en büyük kötülüksünüz…
Ve eğer bize bir “harekat” yapma niyetiniz varsa, kendinizi erkekten sayıyorsanız, hadi buyurun, tek tek ya da alayınızla, fark etmez, bekleriz!!!