Yanlış oldu baylar… Bu “mülkiyet” konusunun, daha ortada “fol yok yumurta yok”ken, fıcırığını çıkarmanın hiç de alemi yoktu…
Keşke bizim...
Yanlış oldu baylar… Bu “mülkiyet” konusunun, daha ortada “fol yok yumurta yok”ken, fıcırığını çıkarmanın hiç de alemi yoktu… Keşke bizim bu “resmi masa erbabı” Anastasiades illa ki “mülkiyet” diye tutturduğunda; bir Kurana baksaydı… Hz. Peygamberin böyle durumlarda ne yaptığını bir inceleseydi… O zaman konuya “balıklama” dalmaz, insanımızın “çözüm isteği”ni de kursağında bırakmazdı… Örnek mi istersiniz? Alın size “alkollü içki yasağı”nı… Yüzyıllarca önce, Hz. Muhammet Müslümanlara içkiyi yasaklayacağında ne yapmıştı? “Tedriç kanunu”nu uygulamıştı… Yani; yavaş yavaş vazgeçirme… Hop diye “İçki haramdır.” demedi… Deseydi, o günlerde pek çok kişi Müslümanlığı kabul etmeyecekti… Bu nedenle önce gelen “ayet”lerle içkinin kötülüğü anlatılmış, iş kıvamına gelince de “içki haramdır” denilmiş… Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı “Alkollü içkiler” adlı kitabının 13. sayfasında, bu işe Tanrıyı da karıştırmakta ve şöyle demektedir: “İnsanı yaratan, her özelliği ile insanı bilen Cenab-ı Hak bu dünyada fıtrata yani yaradılışa uygun tarz ile emretmiş tedricen alkollü içki alışkanlığından menetmiştir.” Keşke bizim “resmi masa erbabı” da öyle yapsaydı… Bu “mülkiyet” işinde “haram”ı gözlerimizin içine bir anda sokacağına, fıtratımızı dikkate alsaydı, bizi, tedricen bu “ganimet”in bedelini ödemeye alıştırsaydı… Kimbilir; belki de bize bu iş “dönerci”lerin değil, “ilâhiyatçı”ların işidir, demek istiyorlar… *** Anlaşılan odur ki; bu konudaki “saha üstünlüğümüz”ü resmi masa zevatımız yeterince kavrayamadı… “Mülkiyet”i konuşmanın, dünyanın kabul ettiği bazı “kriter”leri kabul etmenin “arı kovanına çomak sokmak” olduğunu kestiremediler… Bu acemi “naif”lik ortalığı “arapsaçına” döndürdü… Av tüfekleri ile köşe başını tutmuş “ganimet”çiler, güzide medyamızın bir bölümünün rüzgârını da arkalarına alarak topluca saldırıya geçtiler. Bir de baktık ki “çözüm yanlısı” diye bildiklerimizden bazıları bile, tereddütler içinde boğuluyor. İş gelip “birey”in hakkına dayanınca “hop, hop burada aile var” gibisinden çığlıklar ortalığı inletiyor… Ve böylece ciddi bir toplumsal sorun su yüzüne çıkıyor… Demek ki biz “ganimet”e alışmışız… Kültürümüzün bir parçası olmuş ganimet… Onu bir güzel içselleştirmişiz… “Çözüm olsun tabii, olsun da bana dokunmasın”mış Kıbrısın birleşmesinden anladığımız… Bizim resmi masa zevatı; mülkiyetin konuşulmasını “tabu” olmaktan çıkarıp tartışmaya açınca, yani bireylerin “bam teline dokununca” içimizdeki gizli ganimet canavarı ile bir güzel yüzleştik… Oysa; yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bazı kararlarına dayanarak “Kullanıcının hakkı”nı da Rum tarafına ilk kez kabul ettirmiş ve mülkiyette bir adım öne doğru atılmıştı. Bu da kimseyi tatmin etmedi. “Şimdiki kullanıcı” kimdi? Bunda da Rum tarafının aklı karışık gibi görünüyor. Madem ki işin sonunda “referendum” var, kişiler; kendilerini doğrudan ilgilendiren “kayıp” ya da “kazanım”lara bakarak oy kullanacaklar, o halde bu “mülkiyet” bombası ahalinin tam da orta yerine atılmamalıydı… Aslında yapılan iş; malumun ilânından, yani “bireylerin mülkiyet hakkına saygı göstermek”ten başka birşey değil… Uluslararası hukuk bunu zaten çoktan kayıt altına almış… Kıbrıs sorununda Loizidu ve Dimopulu davaları bu işi çoktan çözmüş… Bizde ise, hâlâ “global takas” rüyaları görenler var… Neymiş efendim, şu kadar dönüm sende kaldı, bu kadar dönüm bende; topla çıkar, aradaki farkı da BM ya da AB ödesin… Böylece “yurttaşlarımız arasında hiçbir fark gözetmeden” bu işi bitirelim… Keşke; liderler balıklama bu “mülkiyet” işine dalmasalardı… Ülkenin nasıl yönetileceği, kurumlar, yürütme, parlamento, federe devletçiklerin yetkileri, egemenliğin nasıl kullanılacağı, siyasi eşitliğin içeriği ve anlamı konularında dişe dokunur bazı “ilerleme”ler sağlayıp onları toplumların önüne koysalardı ve “çözüm iklimi” bu kadar derin bir yara almasaydı… Şimdi bu “çözüm iklimi” mülkiyetle sarsılmışken, toplumu yeniden “çözüme istekli” kıvama getirecek bazı yeni “açılım”larla durum dengelenmeli… Bu konuda Anastasiades önemli bir yükümlülük altındadır. Güven artırıcı önlemler konusunda bana göre biraz daha “bonkör” davranabilmeli, hele “Dönüşümlü Başkanlık” için risk alarak Türk tarafındaki bu “bulanıklığın” giderilmesine katkı koymalıdır. Bunu apaçık biçimde bir süre önce Eidenin de katıldığı Limasoldaki bir toplantıda da söyledim. Türk tarafına ansızın atılan bu mülkiyet bombası, “görüşmelerin gidişatı”nın da sorgulanmasını gündeme getirmelidir. Böyle mi devam edecek? Her tartıştıkları konu, günlerce kamuoyunda eksik bilgilerle konuşulacak mı? Yani görüşmeleri hep beraber mi sürdüreceğiz? Bundan sonuç alınabilir mi? Hele ikide bir “Bilgi eksikliği ve kirliliği” iddiasındaki yaygaralar karşısında “savunma”ya geçmek, bunu yapınca da gene “zaafiyet” iddiası ile eleştirilmek doğal mi? Sanırım acil bir tertip ve düzen ihtiyacı vardır ve bu “resmi gidiş”e bir dokunmak gerekiyor…