Çok “Atatürklü” bir haftaydı…

Bin beşyüz kadar bilim insanının katıldığı Girne’deki “53. Ulusal Diyabet Kongresi”nin açılış konuşmasını yapan kadın profesör;bir dizi “teşekkür” sıraladıktan sonra, sesi heyecandan titreyerek ve biraz da duraksayarak şöyle dedi:

-Şimdi de bir kadın olarak burada size konuşabilmemi sağlayan kişiye kocaman bir teşekkür sunuyorum…

İşte o an, dev ekranda Atatürk’ün fotoğrafı yer aldı ve salon alkıştan inledi…

Ertesi gün, Lefkoşa’da “TED”e ait özel ilkokuldaki 23 Nisan töreninde dans gösterilerinin en sonunda bir minik öğrenci, arkadaşlarının omuzlarında yükselerek göğsünden kocaman bir Atatürk posteri çıkarıp salona gösterince bir alkış tufanı koptu…

Biri bilimsel bir toplantıydı, öteki ise bir bayram kutlaması…

Ama sanırım “vurgu” her ikisinde de aynıydı…

Gerçekten bugünlerde Atatürk’ü anmak, ona sarılmak, onu anımsatmak, birilerinin gözlerinin içine baka baka onu alkışlamak; yükselen bir “çığlığın” ilk sinyallerini andırıyor…

Onun çağdaş uygarlık değerlerine vurulan “darbe”ye bir karşı direnişi simgeliyor…  

Sözünü ettiğim kongrenin açılışına katılan CB Akıncı da bunu fark etmiş olacak ki konuşmasında “Bu salonda Atatürk’ün gördüğü saygı nedeniyle sizi kutluyorum” demek gereğini duydu…

Öyle anlaşılıyor ki bu yeni dönemde Atatürk, Türk insanının “konum” belirlemesinde temel ölçütlerden biri olacak…

İnsanımız; neye karşı olduğunu, hangi değerlere saygı duyduğunu, neye tepki gösterdiğini Atatürk’e daha da sarılarak gösterecek…

Çok uzun yıllar boyunca statik, değişmez, tutucuhatta bağnaz Atatürkçülük kalıpları vardı…

Devrimcilik ve ilericilikten uzak “Kemalist” statükocular vardı…

Atatürkçülük bazı kesimlerin “tekelinde” idi…

Nadir Nadi ta 1965’te “Ben Atatürkçü değilim” diye bağırıyor ve şöyle diyordu:

“Çağdaş uygarlığa sırt çevirmek Atatürkçülükse biz Atatürkçü değiliz. Hayatta en hakiki mürşit ilim değilse biz Atatürkçü değiliz. Ulusal bağımsızlık başkalarının uydusu halinde yaşamak anlamına geliyor ve halkçılık ilkesi halkın bir mutlu azınlık elinde cennet vaatleri ile ömrü billah sömürülmesi sayılıyorsa biz Atatürkçü değiliz..."

Şimdi ise, durum tamamen farklı…

Sadece Kemalistleri, Atatürkçüleri değil, “dinci” kesimlerin dışındaki herkesi karşısına alan yeni bir “doktrin” oluştu…

Ya ondansınız, “millet” dedikleri kalabalıkta bir kulsunuz, ya da “öteki”siniz…

Ve işte bu nedenle de Atatürk, bir “gereksinim” olarak yeniden çıkageldi…

***

Çıkageldi ama, köprülerin altından çok sular aktı, hatta çocuklara armağan ettiği bayramları bile yerinde bulamadı…

Bizler de, buralarda “23 Nisan”ı daralttık, küçülttük, kırptık ve salonlara hapsettik…

Bunu kim istedi, kimin işine geldi, kim neden ses çıkarmadı; anlayabilmiş değilim…

Biliyorum ki; “23 Nisan”, ta Evren Paşa döneminden beri bir iniyor, bir çıkıyor… Tören düzeyi bir yıl devletin en üstüne kadar yükseltiliyor, ertesi yıl aşağılara çekiliyor; bu yıl ise tamamen sahalardan silindi…

İnanın; bir ilkokul öğretmeni olarak yıllarca “23 Nisan” heyecanı benim için en büyük mesleksel motivasyondu…

Yeşilırmak’ta, Beyarmudu’nda, Kırnı’da, Alayköy’de Nisan ayı bambaşka bir “coşku” içinde geçerdi…

Öğretmenlik yıllarımda; 11 tane ilkokulun katılım ile Akdoğan’da düzenlediğimiz bölgesel “çocuk şöleni”nde binlerce çocuğun kaynaşması harika bir olaydı…

Toprak sahanın hazırlanması, çizilmesi, yeni müzikler, yeni danslar, yeni kıyafetler hazırlanması; provalar, kasabaya gidip gelmeler, koşuşturmalar, hepsi yorgunluktu ama, çok öğreticiydi…

O zamanlar ayrı müzik öğretmeni yoktu… Ayrı spor öğretmeni yoktu… Sınıflarda 40’tan fazla çocuk vardı… Her öğretmen haftada 40’a yakın ders yapardı…

Akordion, flüt ve melodikadan oluşan o küçük çocuk koro ve orkestrasının  “konser”ini dinleyen aileler, öğretmenlerin emeğine, enerjisine çok büyük değer verirlerdi…

23 Nisan; çocukların, aileleri karşısında tam bir şölen havası içinde kendilerini, yeteneklerini ortaya koydukları, takdir edildikleri, heyecanlı ama çok tatlı bir “sınav” günüydü aynı zamanda… 

Sundukları gösterilerde; rekabet ve en iyisini sunma duygusu, sosyalleşme, birbiri ile yardımlaşma, davranış geliştirme, işbirliği duygusu egemendi…

“Tören” provaları “deneyimsel eğitim”in sahada uygulanmasıydı…

“23 Nisan” bir “milli bayram” olmaktan çok, bir “çocuk bayramı” idi… Böylesine bir kimliğe kavuşmuştu…

Türkiye’de de bu bayram “evrenselleşmiş”, yeni boyutlar kazanmıştı…

Dünyanın her yanından çocukların katıldığı böylesine zengin şölenlerin bir de resmi sloganı vardı: “Tüm çocuklar kardeştir”…

23 Nisan’lar Türkler’in katı, kuralcı, askersel, sert “tören” alışkanlıklarının çok ötesindeydi…

Ancak günümüzde hem içeriği, hem de formatı değişti…

Dinciler; fesli çocuklarla, peçeli miniklerle, silahlı, vurmalı öldürmeli çarpışmalı törenlerle bu güzelim “şölen”i kana, dine ve şiddete buladılar…

Diğerleri ise, “sıkıldıkları” ve “yoruldukları” için “şölen”leri salonlara hapsettiler…

Hep beraber, çocukların heveslerini kursaklarında bıraktılar…

Atatürk ise, yukarılardan bir yerlerden her ikisine de öfkeyle bakıyor herhalde…