Elektrik Kurumu’ndaki “grev” nedeniyle, geçtiğimiz günlerde “sendika” ve “grev” konuları özellikle sosyal medyada çok tartışıldı.
Toplumumuzda, “sendika” denilince tüyleri biz biz olan bir kesim var.
Hak aramayı, çalışanların haklarının güçlenmesini içine sindiremeyen, emekçiye yukarıdan bakan bu kesimin “devlet” içinde, siyaset kurumunda ve özel sektörde etki alanları vardır ve tarihsel süreç içinde sendika karşıtı bir algının yaratılmasına katkı koydular.
Bu yüzdendir ki; “devlet” kurumları dışında sendika kurmak, işçileri örgütlemek, çalışanları koruyan yaratıcı projeler hayata geçirmek “cılız” çabalardan öteye geçemedi.
Özellikle Türkiye bankaları, Türkiye sermayedarlarının turizm yatırımları, özel sektör üniversiteleri ülkemizde “sendikasız”lığın keyfini sürdürüyorlar…
Ziraat Bankası’nın, yıllar önce Kıbrıslı çalışanlarının grevlerine karşı sert tutumu, hâlâ belleklerde tazeliğini koruyor.
Elbette; yaratılan bu “statüko”ya biraz tarafsız bir gözle bakanlar; bu noktaya gelinmesinde sendikalarımızın ve sendikacılarımızın da büyük “katkı”larını inkar edemezler.
Ne yalan söyleyeyim; bugün hiçbir yaratıcı fikri olmayan, gözleri “zümresel” çıkarlardan başka bir şey görmeyen, “saygın”lığı çok tartışmalı sendikalarımız vardır.
Sadece eylem kapasitesine güvenen, bilimselliğe hiçbir yatırım yapmayan, dünyadaki sendikal hareketlerden habersiz, toplumsal sorumlulukla hareket etmeyen ama adı “sendika” olan örgütler vardır.
Bu noktada bazı “sendikacı”ların da, hakkını yemememiz gerekiyor…
“İtibar”ı yerlerde sürünen; söyledikleri, toplumda hiçbir yankı bulmayan, ama sendikasına dilediği zaman şıp diye “grev” yaptırabilen, “sulu” üslupla tehditler savuran, kişilere ve kurumlara öfke saçan, hatta mahalle ağzı ile “politika” yapan sendikacılarımız da vardır.
Ülkede, ciddi bir “sendikalaşma”yı başaramadığımız bir yana, olanların da “hizmet kalitesi” günden güne aşağılara doğru syrediyor.
Bir “çoklu bakış” vizyonu ile ELSEN grevine bakacak olursak, yukarıda söylenenlerin önemli bir bölümünün gerçeklik payı ortaya çıkacaktır.
Herşeyden önce, yukarıda savunduğum düşünceler ışığında, ELSEN grevinin; “sendikacılığı” ve “sendikacı”yı, hatta “grev” olgusunu ciddi biçimde itibar kaybına uğrattığını söylemeliyim.
Ancak; gerek sağdan, gerek soldan yurttaşların “mağduriyeti” üzerinden yapılan tüm eleştirileri bir kenara koyuyorum. Elektrik olmayınca sıkılan canımız, etkilenen keyfimiz, yaptığım eleştirilerde birer “parametre” değildir.
Geleceğini Avrupa’da gören çağdaş bir toplumda, grevlerden kaynaklanan “mağduriyet” elbette en üst düzeyde yaşanacak, toplum bireyleri bunu hissedecektir. Aksi takdirde “kayıp” olmazsa, keyifler bozulmazsa, günlük yaşam zora girmezse, “grev”in anlamı kalmaz…
Geçtiğimiz günlerde “Genel grev” sırasında Paris’teydim. Fransız Cumhurbaşkanı Makron’un “reform” olarak sunduğu yeni emeklilik yaşı uygulamasına karşı yapılan grev ve eylemler hayatı alt üst etti. Tren seferleri yapılamadı, şehir içi otobüsler durdu. Uçaklar seferlerini iptal ettiler. Paris’e gelirken aldığım davette kullanılan ifadeler beni çok şaşırttı…
Davetçi kurum; grevlerden, hayatın felç olmasından şikayet etmiyor, tam tersine bizim bu “Geleneksel Fransız grev alışkanlığını” yakından göreceğimiz, hatta hissedeceğimiz için mutluluk duyuyordu.
Neredeyse “grev” Fransızlar için, bir kültürel “tanıtım” ağırlığı taşıyordu.
Tabii; burada da, grev gösterilerine bulaşan “radikal gruplar” olay çıkardılar. Polisle çatıştılar. Gazeteciler dövüldü…
Ama “grev”in halktan sağladığı katılım ve destek ona ciddi bir “ağırlık” ve “prestij” kazandırıyordu.
ELSEN’in “grev gerekçesi” ise, toplumdan hiçbir destek görmedi. “Sendika bu işlere neden karışıyor?” tartışmaları yaşandı.
Sendika; “bilimsel” ve “teknik” kapasitesinin “jeneratör” elektriğine acilen ihtiyaç duyulduğunu saptayabilecek bir “kıvamda” olduğuna kimseyi inandıramadı.
Tam tersine geçmişte “jeneratör alımları”nın yarattığı çirkin “spekülasyonlar” toplumsal bellekte yerini koruyor ve Erhan Arıklı da haklı olarak “Jeneratör lobiciliği”nin bir sendikaya bulaşmasının arkasındaki senaryoları topa tutuyor.
Kısacası ELSEN, bu grev gerekçesinde hiç ama hiç “inandırıcı” olamadı.
Kirli dumanlar üreten santrallerden çıkan dumana KIBTEK’in bir filtre takmasını sağlayamayan, kaliteli yakıt kullanılmasını zorlamayan ELSEN’in “ille de hemen jeneratör alın” demesini yadırgamamak elde değil.
Bir de şu var: Kendilerini “solda” tanımlayan bir kesim vardır ki, “aman KIBTEK Kıbrıs Türk toplumunun malıdır, elden gidecek, peşkes çekilecek” diye feryat ediyor ve gözleri KIBTEK’teki statükonun korunmasından başka bir şey görmüyor.
Sol politikanın özü; tüketiciyi korumak, çevreyi korumak ve monopollere karşı çıkmaktır.
Oysa bu yapısı ile KIBTEK, Kıbrıs Türkü’nün malı değildir. Orada çalışan ve çoğu politik partiler tarafından siyasal örgütlerden toplanıp “topluca” işe alınan 600’ü aşkın personelin genel “standartlar üstünde” ücret aldığı, menfaatler sağladığı bir “monopol”dür.
Dilediğinin elektiğini kesen, dilediğinin elektriğini bağışlayan, politikacılar tarafından “çiftlik” olarak kullanılan bir “tekel”ci kuruluştur.
Tüketiciye saygıdeğer bir “müşteri” olarak değil, devlet karşısında boynu bükük bir yurttaş muamelesi yapmaktadır.
Yasasında “yargılama” yetkisi bile vardır. Müşterisini hırsız diye damgalayıp ceza kesebilmektedir.
AKSA’dan satın aldığı elektiği, tüketiciye kâr ile satan bir aracıdır. Rum tarafında olduğu gibi, bu kuruluşa “kendin elektriğini üret, tüketiciye doğrudan kendin sat” bile denmemekte, rekabet ortamından kaçarak AKSA’nın sırtından para kazanmaktadır.
Bu yüzden “AKSA defolup gitsin” deyişi bile inandırıcı ve tutarlı değildir.
İlginçtir, sağ ve sol partiler hükümete geldiğinde “Aman sendika ile iyi geçinelim” korkusu nedeniyle hiçbir adım atılamamaktadır.
Statü devam etmekte; olan da “tüketici”ye olmaktadır.