Genç TV’de, Çarşamba günleri yayımlanan “Doğruya Doğru” programını “Çınarlara” ayırdım…

Bizim ilk gençlik yıllarımızda daracık Surlariçi sokaklarında ekmek kavgası veren insanları, büyük bir keyifle dinliyorum…

Geçen hafta konuğum Eşref’ti…

Eşref diyorum, çünkü futbolcular gibi o da sadece ilk adı ile çağrılırdı…

Şimdiki Turizm Bakanlığı’nın yer aldığı, 60’lı yıllarda “Bayraktar Kışlası” olarak mücahitler tarafından kullanılan binanın hemen karşısında köşede bir işyeri vardı…

Adı da “Hollywood Köşesi” idi…

Bu yüzden benim yaştakiler ona “Hollywood Eşref” de derlerdi…

O dönemde Lefkoşa’da gençlerin eğlenebileceği birkaç küçük mekan vardı… “Hollywood Köşesi” bunlardan biriydi…

Eşref Bey, Rum tarafındaki Papadopullos sinemasında beş yıl çalışmış, 1955’te iki toplum arasında gerginlikler başlayınca da Türk tarafında kendine bir işyeri açmıştı…

Eşref; artist fotoğraflarını camlatır, “basbartu” denilen yapışkanlı bir kağıtla çerçeveleyip satardı…

Panayırlarda da “kalif” kurar, çocuklara bu fotoğrafları pazarlardı…

O günlerin gençleri “Hollywood Köşesi”ni tıkabasa doldurur, çeşitli makinelerde oyun oynamak için sıraya girerdi…

“Hollywood Köşesi”de kocaman bir müzik dolabı vardı… İçi, plaklarla doluydu… İstediğiniz müziği dinlemek için makineye para atar, beklemeye başlardınız…

Bu kocaman “Jubox”un önü camdı… Camdan bakarak, plağın bir el tarafından alınıp yerleştirilmesini, çalındıktan sonra da aynı elin onu alıp yerine yerleştirmesini seyretmek bambaşka bir zevkti…

Eşref Bey, bugün 80’li yaşlarında ve cancanlı bir hafıza ile o günleri heyecanla anlatıyor…

En çok da “Çetinspor” adı ile kurduğu kulüple, zamanın gençlerine futbolu sevdirmekle övünüyor…

Hatta bugün toplumun bildiği, tanıdığı popüler bazı gençlerin ve futbolcuların adlarını zikrederek bunların yetişmesindeki rolünü keyifle anlatıyor…

Eşref Bey’in bugün hâlâ aktif olan Lefkoşa’da Anibal lokantasının az güneyinde, eski Yıldızlar lokantasının yerinde bir lokali var…

“Kiracısı çıksın, orayı düzenleyip Çetinspor’u eski parlak günlerine döndüreceğim” diyor…

Eşref Bey’le konuşurken, ilk gençlik yıllarımı anımsadım…

Lefkoşa’nın “bölünmüşlüğü”nü, bizlerin bu “bölünmüş” ve sıkıştırılmış Lefkoşa’da geçen günlerimizi,Eşref Bey’in daracık dükkanında geçirdiğimiz saatleri anımsadım…

Kentin hemen her yanında kum torbaları ve variller vardı…

1963’teki toplumlararası çatışmalardan sonra, kentin “Türk bölgesi”ne, genellikle Mağusa Kapısı’ndan giriliyordu…

Çağlayan bölgesinin doğusunda, Rum polis barikatı bulunuyordu…

Türk bölgesine girecek otobüsler ve araçlar uzun kuyruklarda “yoklanmayı” beklerlerdi…

Bu bekleme süresi bazan altı-sekiz saati bulurdu…

Yoklanma sırası gelen otobüsten inen yolcular, tek sıra halinde dizilir, Rum polisleri tarafından elle yoklanırdı… 

Kadınlar; yol kenarındaki lamarina bir barakaya alınır,orada sıra ile üzerleri araştırılırdı…

Bir gün, köy otobüsü ile Lefkoşa’dan Geçitkale’ye gitmek üzere barikata geldiğimizde, ilginç bir olay yaşadım…

Yoklanma sırasında ayakta beklerken, Rum polislerinden biri, kıyafetimi dikkatle inceledikten sonra azarlarcasına sesini yükseltmişti…

O günlerin modası dar pantolon, geniş paçaydı… Lefkoşa’da, Mecidiye Sokağı’nda “Terzi Ali”de diktirdiğim daracık siyah çizgili pantalonumla Rum polisinin “moda anlayışının” sınırlarını zorlamıştım…

Hele belimdeki, cılız ince vücudumu saran geniş siyah kemer, pek de dikkatini çekmişti…

“E puştepsede re esis…” şeklindeki sözlerle; (Be siz Puştlaştınız be) dalga geçen, küçümseyen, aşağılayan bir tonda sesini yükseltmişti…

Kente, Mağusa Kapısı’ndan girildiği için, uzun yıllar, Lefkoşa’nın en canlı caddesi; Çağlayan’ın önünden, çocuk parkının kuzeyinden, Yeni Saha ile Taksim sinemasının arasından geçerek, Kuğulu Park ile Mücahitler Parkı’na ulaşan bu caddeydi…

Özellikle yaz akşamları, Çağlayan Gazinosu ile Yeni Saha arasındaki yol tıklım tıklımdı… Lefkoşalılar bu yol üzerinde gezinmeyi, buradaki yazlık pastanelerde oturup yerel ürün dondurma yemeyi, zaman geçirmeyi pek severlerdi…

Bugünün Dereboyu neyse, özellikle 64 ile 74 arasının Çağlayan yolu da öyleydi…

Milli günlerdeki kutlama törenleri, az ilerideki Yeni Saha’da yapılırdı… Lefkoşa’nın tek “spor tesisi” hisarların altındaki bu sahaydı…

Hafta sonları Lefkoşalılar özellikle Mücahitler Bandosu’nun “Bayrak Töreni”ni izlemek için Mücahitler Parkı ile Kuğulu Park’ı doldururlardı…

Özel kıyafetleri içinde Mücahitler Bandosu, Cumartesi öğleyin Atatürk heykeli’ne bayrağı çeker, Pazar akşamları da indirirdi…

Özellikle bandonun en önündeki “bando majörü” mücahidin, elindeki sopa ile yaptığı hareketler, asayı havaya fırlatıp yakalaması, çocukların ve gençlerin büyük ilgisini çekerdi…

Lefkoşa, o yıllarda küçük, toplu, sıkışık bir “yaşam” sürdürüyordu…

İnsan, neredeyse kendini bir “çıkmaz sokak” içinde duyumsuyordu…

Hafta sonları Girne Boğazı’na kadar gidip Beşparmaklar’ın çam kokusunu içine çekmek, bir Lefkoşalı için “gezme”lerin en büyüğü sayılırdı…

“Hollywood Eşref” beni o günlere götürdü…

Lefkoşa’nın “Çınarlar”ını ekrana taşımayı sürdüreceğiz…