Teşekkürler anavatanımızın yeraltı suç örgütleri…
Teşekkürler anavatanımızın “derin” odakları…
Teşekkürler anavatanımızın Özel Harp Dairesi,
Teşekkürler anavatanımızın JITEM’i…
Ve “haksızlık” yapmayayım diye, adını burada anamadığım rütbeliler, siviller, Turancılar, ülkücüler, Pantürkistler…
Hepiniz Kıbrıs için çok çalıştınız…
“Tanrı bize o kişinin kanını nasip etmedi” diyen Sedat Peker’in, Kutlu Adalı cinayeti konusunda Tanrı’ya isyan etmesini, tüm “insanlık” parametrelerimi zorlayarak anlamaya çalışıyorum…
Belki de o cinayet, Sedat Peker’e nasip olmadı diye, yeraltıcılık “kariyerinde” tam 25 yıl travmatik bir eksiklik hissetmesine yol açtınız…
Adam belli ki bunu hazmetmemiş…
Size 1974’ün askeri harekâtının adını taşıyan “profesyonel” bir Attila teslim etmiş… “Alın kullanın” demiş…
Ama 1974’te Kıbrıs’ı bıçak gibi ortadan ikiye bölmeyi başaran Attila, bu kez Kutlu Adalı’nın evinin etrafında birkaç tur attıktan sonra, belindeki Uzi’yi çekmekte tereddüt göstermiş…
Üstelik onunla Kıbrıs’a giden “derin devlet”in şanlı subayı, “Bunların hepsi PKK’lı, hepsini vurabilirsin” diyerek kendisini yüreklendirmiş ama gene de operasyon başarısız olmuş…
Belki de bu ilk denemeden vazgeçilmesi “anavatan-yavruvatan” işbirliğine verilen büyük önem yüzünden olmuştur…
Adalı’nın kanı Attila Peker’e “nasip” olsaydı, bu tamamen “TC patentli” bir mafia-devlet başarısı olacaktı…
Oysa; ikinci öldürücü operasyonda Kıbrıslı “tetikçiler” de kullanıldı ve “anavatan-yavruvatan” ortak dayanışması gerçekleşti.
Teşekkürler gerçekten… 74’teki Attila’ya da, 1996’daki Attila’ya da teşekkürler…
***
1990’lı yıllar; Kıbrıs’ta gerginliğin, şiddetin kol gezdiği, askeri vesayetin hüküm sürdüğü yıllardı…
Kutlu Adalı cinayeti öncesinde; Mağusa’daki St. Barnabas Manastırı bir akşam aniden baskına uğramıştı…
Baskını, Sivil Savunma Teşkilatı’nın düzenlediği ortaya çıkarılmıştı. Bu “teşkilat” Kıbrıs’ta derin işlerin organize edildiği bir merkez gibiydi. Başında da albay Galip Mendi vardı.
Kutlu Adalı bu “soygun”un üzerine cesaretle giden birkaç gazeteciden biriydi. Bu yayınlar sertleşmeye başlayınca Türkiye’de “derin” bir otorite Adalı için “ölüm” emrini vermişti.
St. Barnabas baskını üzerindeki “sis” perdesi bugüne kadar hiç kaldırılmadı… “Güvenlik nedeniyle yapılan operasyon” denildi ve konu kapatıldı.
Oysa; Adalı cinayetinin bütün “sırrı” burada, bu soygunda yatıyor…
St. Barnabas’ta yapılan kazıda ne bulunmuştu? Oradan ne alınıp götürülmüştü? İddia edildiği gibi “Barnabas İncili” bu mezarda mıydı? Bu kazılan mezarda 1974’te Maraş’tan ganimet edilen altınlar mı gizliydi? Bu sorular hiç yanıtlanmadı…
Kuşkusuz ki bu “gizli soygun” Sivil Savunma’nın tek başına yapabileceği bir operasyon olamazdı…
TC’li komutanlar olan Barış Kuvvetleri ve Güvenlik Kuvvetleri komutanlarının bundan habersiz olması mümkün değildi.
Tabii; yanıtlanması gereken başka sorular da var… Adalı’dan önce, Kıbrıs’ın İnönü köyünde bir başka “faili meçhul” cinayet işlenmişti. Öldürülen Mulla Halil adındaki kişi, 1974’te Türk askerlerinin Mağusa’ya girişinde “mihmandarlık” yapmış olan biriydi.
Korkut Eken’i o zamandan tanıdığı iddia ediliyordu…
Bu kişinin St. Barnabas’a “ganimet altın” sakladığı köyünde konuşulan bir konuydu.
Bu yüzden, Kutlu Adalı cinayeti, St. Barnabas ve daha önceki Mulla Halil cinayeti ile birlikte ele alınmalı ve adı geçenlerin tümü (Mehmet Ağar, Korkut Eken, Galip Mendi, Hasan Kundakçı) bu olaylarla bağlantılı olarak sorgulanmalıdır.
Sorgulanacak mı?
Hiç sanmıyorum… Beklemiyorum… KKTC’nin, herhangi bir adım atmasını mümkün görmüyorum…
1996’larda askeri vesayet vardı… Bu tür olayların hemen üstü örtülürdü. Kimse ağzını açamazdı… Şimdi de gönüllü bir başka türlü “vesayet” var…
Ankara’dan birileri işaret vermezse, Lefkoşa’da kimse kılını kıpırdatmaz…
O günlerde UBP ile DP’ye Ankara’dan birileri “Meclis komitesine katılmayın” dediğinde kuzu kuzu yerlerinde oturmuşlardı.
Bugün ise Ersin Tatar diyor ki “Bu cinayette yasadışı bir durum varsa, araştırılır…” Sanki cinayetin yasal olanı da varmış gibi…
AKP’nin atadığı Başbakan ise “Konu kapanmıştır” diyor…
Al birini, vur ötekine… Buradaki “irade” bu…
Kim, neyi, nasıl araştıracak?
Peki ama Türkiye’yi yönetenlerin, o ülkenin “itibarı”na ilişkin hiçbir gailesi yok mu?
1996’da bir “şiddet cehennemi” görüntüsü veren Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşananların Türkiye’ye “fatura” edildiğini, dünyaya rezil olduğunu gören bir akıllı politikacı yok mu Türkiye’de?
1996’da, bu cinayetin ardından, sınırlarda 2 Rum genci öldürülmüştü… Bayrak direği üzerine tırmanmış Rum gencini vurma emri veren Paşa, hâlâ bunu övünçle anlatıyor…
Bütün o gerginliklerin mimarı olan üniformalılar, Kıbrıs’a TC’den gelmişlerdi… Şimdi “derin devlet”le bağlantıları bir bir ortaya çıkıyor…
Ama en önemlisi o “derin” bağlantılara bulaştırılan soygun, ganimet, para, altın…
Dosya kalın… Bir değil, birçok cinayet var… Sorular çok… İsimler hayli fazla… Ama “hukuk” nerede?
Oysa gelinen nokta Türkiye için büyük bir “şans”… “Temiz devlet” isteniyorsa eğer…