1974’te; Türk ordusu Kıbrıs adasının yüzde 36 dolayında toprağını ele geçirdi…

Özgürgün, Serdar Denktaş ve Özersay; savaş sonucu elde edilen “ateşkes hattı”nın kuzeyindeki bu toprakların “bizim” olduğunu sanıyor…

Bu yüzden de “vermek” sözcüğünü kullanıyorlar…

Onlara göre Akıncı, “bizim” olan toprakları Rumlara verecek… Yani bizi satacak…

Türkiye’de de bu “kafa”da olan siyasetçiler var…

Tutucu ve milliyetçi yerel siyasetin odağına oturmuş olan bu “saplantı” nedeniyledir ki, kırk yılı aşkın bir süreden beridir “toprak ve harita görüşmeyiz” siyaseti güdülüyordu…

Hatta “bir çakıl taşı bile vermeyiz” diyen politikacılar seçim üstüne seçim kazanıyordu…

Sağ siyaset zamanla “bazı sınır düzeltmecikleri olacak canım” demeye başladı…

Ancak “toprak” görüşmelerdeki ana “koz”umuzdu ve “en sonda” ele alınmalıydı…

Yıllarca böyle “idare” ettik…

“Chapter”ler açtık, “chapter”ler kapattık ama “toprağa” kimseyi yaklaştırmadık…

Rumlardan “ganimetlediğimiz” bu toprakları; haklı haksız dağıttık, sattık, har vurup harman savurduk, vahşice yapılandırdık…

Uzun bir süreç sonucunda; dünyada “kan döktük aldık, artık bizim oldu” çağının kapandığını görmeye başladık…

AİHM kararları ile rezil olduk… “Mülkiyet hakkı”na saygı duymayı zorla öğrettiler bize…

Türkiye de bundan kaçamadı ve Rum “mal sahipleri”ne milyonlarca sterlinlik tazminatlar ödemeyi kabul etti…

Eroğlu-Anastasiades döneminde imzalanan 11 Şubat 2014 Anlaşması ile toprağı en sona bırakmak, konuşmamak siyaseti “mecburen” terkedilmiş oldu…

O anlaşmanın 2. maddesinde “Çözüme bağlanmamış tüm ana konular masada olacak ve birbirleriyle bağlantılı olarak görüşülecektir” denmekteydi.

Yani Akıncı “Hepsini görüşürüm ama, toprağı ve haritayı konuşmam” hakkına sahip değildi…

Buna karşın, Akıncı-Anastasiades görüşme süreci başladığında Rum tarafı “harita ve toprağın” en sonda görüşülmesini kabul etti.  

Oysa, Rum tarafı “işgal edilmiş topraklarının hiç olmazsa bir bölümünü kurtarmanın” derdindeydi ve asıl “önceliği” buydu…

Türk tarafının “elini bir an önce açmasını” istiyordu…

Anastasiades, Eroğlu zamanında kendi haritasını, hangi köye ne kadar göçmen yerleştireceğini rakamlarla hazırlayarak, masaya getirmişti.

Tabii Eroğlu ve görüşmecisi Özersay haritalara ellerini bile sürmemişlerdi… Ama o haritalar BM belgesi olarak kayıtlara geçmişti.

Şimdi, UBP ile DP ve Kıbrıs siyasetinde en az onlar kadar “tutucu” olduğunu gösteren Özersay “Kozumuzu kaybettik” telaşına düştüler…

Oysa; durum çok nettir ve Eroğlu’nun imzaladığı 11 Şubat Anlaşması’na göre hiçbir Türk lider ya da görüşmecinin toprağı görüşmekten kaçması mümkün değildir…

Akıncı da, kendinden önce imzalanmış bu anlaşmaya sadık kalmış, ama harita sunmadan önce de, birçok konuda “ilerleme” şartını koymuştur.

Nitekim hem Mont Pelerin’de, hem Cenevre’de yaşanan süreçlerde, birçok yeni yakınlaşmalar olduktan sonra “harita” sunulmuştur.

Daha da önemlisi Akıncı, “Beşli Konferans” toplanmasını güvenceye aldıktan sonra “harita”yı konuşmayı kabul etmiştir.

Haritaya gelince ise, bizim tutucu yeni ve eski siyasetçilerin söyledikleri, bizzat Akıncı tarafından yalanlanmıştır.

Akıncı, bu konuda “Bizim oranımız Yüzde 29.2’dir. Bu; rahmetli Denktaş’ın zamanında kabul ettiği ve KKTC Meclisi’nden de tüm partilerin onayı ile geçmiş bir orandır” demiştir.

Aslında bu “harita” olayına “empati” yaparak, bir de “ters” taraftan bakmak gerekiyor…

Anastasiades, elini açıyor ve “Ben elinizdeki yüzde 36’lık toprağın yüzde 28.2’sini size bırakmaya razıyım” diyor…

Akıncı’ya “elindeki kozu kaçırdı” diyenler, Anastasiades’in talebini “açıkça” ortaya koymasına ne derler acaba?

Aslında şu soruyu sormak gerekiyor: Bu oranların ortaya çıkması kötü mü oldu?

İki tarafın toprak taleplerinin arasında yalnızca yüzde “bir”lik bir farkın olduğunun anlaşılması, görüşmelerde “zemin kaybetmek” anlamına gelir mi?

Büyük korkularla kırk yıl ertelenen bir konunun, aslında hiç de “korkulduğu” kadar bir engel teşkil etmeyeceğinin ortaya çıkması az şey mi?

Daha da önemlisi, BM’nin kasasında kilitli bekleyecek olan bu “harita”lar sayesinde değil midir ki, “Beşli” bir konferansta, dünyanın gözleri önünde Kıbrıslı Türk tarafı kendini anlatma ve çözüm istencini ortaya koyma fırsatını yakaladı?

Kısacası; hem Mont Pelerin, hem Cenevre, hem de Beşli Konferans Akıncı’nın “projeleri” idi…

Kıbrıs Türk tarafı, tarihindeki en büyük “insiyatif”le barış sürecine sahip çıkıyor, yönlendiriyor, öncülük ediyor…

Yaşananlardan her Kıbrıslı Türk gurur duymalıdır… Kafası karışık olanlar, zayıfladık diyenler, atılan adımlarda kusur arayanlar, şunu bilmelidirler:

40 yıl kendi “tarz”ları ve siyasetleri ile görüşmeleri yürüttüler…

Hiçbir başarı elde edemediler…

Şimdi halkın yüzde 60’dan fazlasının oyu ile ve “ne yapacağını” apaçık biçimde söyleyerek halkın desteğini sağlayan bir lider geldi, bırakın da süreci o yönetsin…

Aslında Akıncı’nın, Cenevre dönüşü söylediği “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” bu tür oyunbozanlara verilebilecek en kibarca yanıttır…