1963 sonlarında, Lefkoşa; barikatlarla, variller, kum torbaları ve tellerle ikiye bölünmüştü…
“Türk kesimi” yoğunlukla “Surlariçi”nden ibaretti…
Şimdiki “Turizm Bakanlığı” binası, mücahitlerin konuşlandığı bir kışlaydı…
“Bayraktar Kışlası”nda bir akşam, “66. Bölük… Herkes içtimaya” diye bir çağrı yapıldı…
Bütün bölük sıraya dizildi… Çoğumuzun üniforması bile yoktu…
“Bu bölüğü, dağıtıyorum…” dedi Lefkoşa Sancaktarı…
İsimlerimizi tek tek okumaya başladı…
Bozdağ… Sent Hilarion… Hamitköy… Yüzbirevler…
Her birimizi bir başka birliğe savurdular…
Ben; oldukça şanslıydım… “22. Bölük”e gönderilmiştim…
Lokmacı barikatının yanında, “Yeşil Gazino” denilen sokaktaydı bölük karargâhı…
Oradan, ta Mağusa Kapısı’na kadar uzanan upuzun bir “sınır hattı” boyunca 12 tane “mevzi” bu bölüğün kontrolündeydi…
Bu mevzilerden bir tanesi vardı ki; oraya “nöbet”e gidip döndükten sonra bile “korku nöbeti” tüm bedenimde devam ediyordu…
“Amanın Bahça” diyorduk bu mevziye…
Gözleri görmeyen yaşlı bir adamın eviydi…
Giriş kapısından eve giriyor, sündürmeyi geçerek arka bahçesine ulaşıyor ve yere kazılmış hendek içinde nöbet tutuyorduk…
Karşımızda, iki katlı bir evin üst katında bir Rum mevzisi vardı…
Bu mevzi, adeta bizi “tahakküm”ü altında tutuyordu…
Ya da bana, 16 yaşında bir çocuğa öyle görünüyordu…
Çok korkuyordum…
Zifiri karanlığı, BM Barış Gücü’ne ait, iki taraf arasındaki gözetleme kulesinden yayılan güçlü bir sarı ışık yarıyordu…
Başımızda tur atarak dolanan bu upuzun, ince sarı ışık huzmesi; geceye müthiş bir “gizem” katıyordu…
Ancak “korku”ya hiçbir faydası yoktu…
Her akşam; nöbete gitmek üzere uyandırıldığımızda, aşağıya koşarak 12 nöbet yerinin adlarının yazılı olduğu bir bez torbadan “kura” çekiyorduk…
“Amanın Bahça” çıkmasın da, hangi barikat olursa kabulümdür diyordum…
Elimi torbaya daldırıyor, küçük tahta parçasını çekiyordum:
-Tombala… Amanın Bahça…
Ertesi akşam, gene “kura”da bana Amanın Bahça çıkıyordu…
Bir, üç beş; hep Amanın Bahça’yı çekiyordum…
Bu iş böyle gidemezdi… Bunun bir çaresini bulmalıydım…
Bölük’te, ganimet bir Rum dükkânının vitrinini “Nöbet Tablosu” yapmışlardı…
Üzerinde nöbet saati yazılı küçücük kartondan etiketleri, çiviler üzerine diziyorlardı…
Bir bakışta; her mücahit birkaç haftalık nöbet saatlerini görebiliyordu…
Bu harika organizasyonun yöneticisi, öğretmen-mücahit Oğuz Hoca’ydı…
Nöbete girecek olanların listesi önceden hazırlanır, Bölük Komutanı’na sunulur, onay alındıktan sonra vitrinde ilan edilirdi…
Bu “Amanın Bahça” korkusu o kadar içime işlemişti ki, bir gün gizlice Bölük Komutanı’nın odasına girdim, çekmecesini açtım, listeleri buldum ve üzerinde oynamalar yaptım…
Tabii; görevli Çavuş durumu hemen fark etti…
Evrakta sahtecilikten tutun da, Bölük Komutanı’nın odasına izinsiz girmeye kadar, bir hayli suç işlemiştim…
Bölük Komutanı beni çağırdı…
Odasına girdiğimde tir tir titriyordum…
Selam çaktım, esas duruşta boynu bükük vaziyette duruyorum…
Gayet sakin bir sesle “Anlat evlâdım” dedi…
“Amanın Bahça’da çok korkuyorum Komutanım” dedim…
Tek “gerekçe”m buydu…
Uzun uzun nasihatler yaptı…. Bir psikolog gibi, “korku”mu analiz etti. Beş yıl önce köyümüzü terk ederek “göçmen” olurken yaşadığım başka “korku”ları da anlattım ona…
“16 yaşında mücahit mi olur be gavvolem?” dedi…
Bir baba gibiydi… Bir ağabeyi, bir koruyucu, bir öğretmen gibiydi…
Bana hiçbir “ceza” vermedi…
22. Bölük’ün o günlerdeki bu olgun, babacan komutanı Ergül Uysal’ı geçenlerde kaybettik… Cenazesinde Taner Çavuş’la, Celal Bayar ile eski günleri konuştuk.
Ergül Komutan çocukluktan beri “Digilak” olarak çağrılıyordu…
Bundan hiç şikayetçi değildi…
Bu olaydan bir süre sonra, 22. Bölük’ten ayrıldı…
Yerine “Hamit” takma adıyla anılan bir Türkiyeli subay atandı…
Lefkoşa’da ilk kez bir TC’li bölük komutanı göreve başlamıştı…
Bölük’te çok sınkıntılarımız oldu…
“Kişisel” olarak da kendisiyle problemler yaşadım…
Gecenin bir vaktinde, içki masasına beni çağırıyor, “Oku lan komünist, bir Nazım Hikmet şiiri” diyordu…
Bağıra bağıra “Dört nala uzanıp Uzak Asya’dan” diye şiire başlayınca da, kendinden geçiyordu…
Arkasından o gitti, yerine yine Türkiye’den bir subay atandı…
Onun da takma kod adı “Cezmi”ydi…
Onunla da takışmadığımız gün yoktu… Sertti… Bir uygulamasına karşı çıkınca, “Atın bunu lokaba” diye bağırırdı…
Kendim koşarak, bodrumdaki küçük “hücre”ye girer, pekisini üzerime kapatırdım…
Dışarıdan bana ağza alınmayacak okkalı küfürler savururdu…
1963’lerde, Kıbrıslı Türkler’in galiba apayrı bir enerjisi, güçlü bir direnç kapasitesi, organize olmakta harika bir yaratıcılığı vardı…
1974’ten sonra 63’lerin ruhunun “ganimet”le kirlendiğini söylemek herhalde abartı değil…
Ergül Uysal ve bir avuç direnişçi; 1963’lerde Lefkoşa’yı ayakta tutan, emekleri ödenmeyecek gerçek halk önderleriydiler…
Ergül Uysal’ın anısı önünde, saygıyla iğiliyorum…