“Aydınlarımız, hükümetin haksızlıklarını tenkit edenler ‘İngiliz düşmanı’ diye damgalandı. Eğer bizim yerimizde başka birİ olsa idi çoktan bu ada içerisinden silinmiş olurdu. Fakat bu haksız zulümlere daha fazla tahammülümüz yok. Artık haksızlıkların bir sonu gelmeli. Evkaf kayıtsız şartsız ezeli sahibi Kıbrıs Türküne teslim edilmelidir”. (06 Şubat 1955 Evkaf Mitingi)
Dr. Fazıl KÜÇÜK
Dünyamız korona denen illetle boğuşurken, aynı şekilde Filistin halkı da saldırı altında bulunurken bazı ülkelerin silahlanmaya devam ettikleri günlerden geçiyoruz. Her yıl düzenli olarak konuya ilişkin rapor hazırlayan Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2020 yılına ait raporunu yayınladı. Raporda salgına karşın askeri harcamalarda dünya çapında artış yaşandığı belirtiliyor. Araştırma sonuçları bir önceki yıla göre değerlendirildiğinde %2.5 oranında artarak 1.98 trilyon dolara ulaştığı kaydediliyor. Ulaşılan bu sayının 1988 yılından bu yana en yüksek rakam olduğu belirtiliyor. Türkiye’nin askeri harcamalardaki oranı sayısal olarak artış gösteriyor olsa bile Ortadoğu ülkelerinin açık ara önde oldukları belirtiliyor.
Dünya halklarını yönetenler aldıkları bu silahların turşusunu kurmadan önce kendileri gibi düşünmeyenler üzerinde deniyorlar. İ-kinci Paylaşım Savaşı sonrasında estirilen Soğuk Savaş rüzgarları silahlanma olgusunu tetiklemeye yetmiştir. Buna koşut üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk olarak tanımlanan İngiliz İmparatorluğunda da kışkırtmalarla dipten gelen dalgalarla aynı ortamda yaşayan halklar birbirlerini katletmek için silahlanma yarışında kendi yerlerini aldılar.
İngiliz sömürgesi olan ülkelerde dip dalgaları sonrasında 1940’lı yılların sonlarında başlayan değişim istekleri ve savaşın yaşandığının en tipik örneği Pakistan ile Hindistan arasındaki Keşmir sorunudur. Aynı yıllarda yine Kıbrıs ve Filistin’de yaşanan çatışmaların günümüzde de devam ettiriliyor olması arasında fark vardır. Kıbrıs’la Filistin kavgası arasındaki en belirgin fark Filistin’de oluk oluk kan akarken Kıbrıs’ta Ateşkes koşullarının yaşanıyor olmasıdır. Bu arada Ortadoğu bölgesinde egemen olmak isteyenlerin çatışmaları körükledikleri gerçeği yaşanıyor. Bölgede toplumların arasına nifak tohumlarının ekilmemesi sonrasında barışa ulaşabilmek olanaklı olabilecektir.
Cenevre görüşmelerinin sonrasında karşımızdaki unsurun arı değmiş gibi dünya turuna çıktığı biliniyor. Aslında çıkmalarına gerek bile olmazdı. Çünkü AB’den gözlemci olarak katılanlar tanıtma işini daha rahat yapıyorlar. İki devletli yapının Türk tarafınca masaya konması sonrasında bu önerinin altının mutlaka doldurulması gerekiyor. Söylemlerden sonuç alabilmek için güçlü bir ekonomik yapının kurulması kaçınılmaz olarak karşımızda duruyor. Yüce Atatürk Kurtuluş ve kuruluş aşamasında ekonomik kalkınmaya önem vererek İzmir İktisat Kongresini toplamıştır. Bunun örnek olarak alınması gerektiğini düşünüyoruz. Müzakere sürecinde güçlü ekonomiye sahip olduğumuz noktada elimizin güçlenmesi ile sorunların arkasında değil Cenevre’de olduğu gibi zemin kazanmış olacağız.
Garantör ülke Türkiye’nin gücünün biliniyor olmasına karşın çözüm süreci devam ederken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ekonomisinin kendi ayakları üzerinde durabilmesi yaşamsal önemdedir. Bu çalışmalara ivme kazandırılması için de yeterli gücümüzün olduğunun bilinmesini istiyoruz. Askeri başarılarımızı ekonomik alanda taçlandırmamızın zamanı da gelmiş belki de geçmeye hazırlanıyordur.
Yukarıda da değindiğimiz gibi yollara düşenlerden AKEL Genel Yazmanı “Türk tarafı Cenevre’de özlü bir görüşmenin yapılmasına izin vermedi. Kıbrıs Türk toplumunda da iki devletli çözümden yana olmayan önemli siyasal ve toplumsal güçler var” diyerek ayar vermeye çalışıyor.
Bu yönlü çalışmalara takılıp kalmadan ekonomik olarak güç olabilmenin yollarının bulunması gerekiyor mu ne…
SEVGİ ile kalınız…