Türkiye “jeostratejik” avantajları her geçen gün artan bir ülkedir.
Bu yüzdendir ki; BM kürsüsünden “KKTC’yi tanıyın” çağrıları yaptığında, kimse ayağa kalkıp “Burada böyle konuşamazsın” diyememektedir.
BM Genel Sekreteri de dahil olmak üzere kimse “KKTC’nin tanınması, BM Güvenlik Konseyi kararlarına terstir” diye Ankara’ya karşı çıkamamaktadır.
Birkaç yıldan beridir; ABD’nin tavrı da, AB’nin tavrı da “Türkiye ile uğraşılmaz” modundadır.
Yunanistan dahi, bu “detant” atmosferinden payına düşeni almaktadır.
“Birbirimize sataşmayalım” stratejisi, hem Ankara’nın, hem de Atina’nın işine gelmektedir.
Bu durumda; dünya ya Türkiye’den çekinmektedir…
Ya da Türkiye’yi “ciddiye almamayı” tercih etmektedir…
Dünya; Erdoğan’la “başa çıkılamayacağını” sonunda kavramış gibidir…
Düşünebiliyor musunuz?
Dünya, “Nasıl Libya’ya girdiysek, nasıl Karabağ’a girmişsek, İsrail’e de gireriz” diyen bir liderle baş edebilir mi?
Onunla “zar atmaya” kalkabilir mi?
Böy ölçüşebilir mi?
Uygar dünyada “Birinin toprağını işgal etmenin” prim getirmediğini, siyasetçinin adeta sonu olduğunu bile bile…
Bunu yapabilen bir lider, tüm batılı “normlara” meydan okumayı, tüm yerleşik ezberleri ters yüz etmeyi göze almaktadır.
Bu da gösteriyor ki, modern dünyadan “çekinen” eski Türkiye gitmiş, yerine “savaşkan” nitelikleriyle övünen, “sertliği” politikaya dönüştüren bir Türkiye gelmiştir.
Bu değişim Türkiye için iyi mi oldu, kötü mü oldu; ona Türk halkı karar verecektir.
Ancak; hamasetin, milliyetçi böbürlenmenin, şiddeti sevmenin Türkiye coğrafyasında karşılık bulduğu da bir gerçektir.
İşte bu “karşılık” nedeniyledir ki; bizim buralarda da “çağdaş” düşünce tehlike altındadır…
Nedir bu “çağdaş” düşünce?
En başta; savaş karşıtlığıdır… Şiddete karşı duruştur…
Oysa bu ülke siyasetinde “savaş”a “barış” denmektedir.
Gerçekte mevcut olmayan bir “yapı”ya, “devlet” denilmektedir.
Eskiden, birazcık olsun “dikkatli” bir üslup vardı siyasette, şimdi boyuna, posuna bakmadan sağa sola sataşan, dünyaya meydan okuyan bir “pohporozluk” hali egemen…
“Yabancı düşmanlığı” ırkçılık düzeyine yükseltildi…
Bay Ersin Tatar ile Zorlu Töre, gün geçmiyor ki AB’ye laf yetiştirmesin…
Bay Tahsin E. ise onlardan hiç de geri kalmıyor. BM’ye, onun temsilcisine saldırmayı marifet sayıyor…
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki “siyasi taşeronluk” yapan bu kişiler, “anavatan yağcılığı” ile övünç duyabiliyorlar, bunu içselleştirebiliyorlar…
Oysa; dalkavuk, huluskâr, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı gibi ifadelere artık “çağdaş” toplumlarda yer yoktur.
Eğer bu “tür” ifadeleri hak eden davranış biçimleri yoğunlaşıyorsa, işte o zaman siyasetin paniklemesi gerekiyor…
Panikliyor muyuz?
Tam tersine, siyasetçimiz olanı biteni “normalleştiriyor…”
Diploma sahtekârlığından rüşvet skandallarına kadar ardı ardına “kirlenme” koskoca bir toplumu töhmet altında bırakırken, koltuğa “anormal” biçimde oturtulan siyasetçi “istikrar” sağlamakla övünüyor…
Bu topraklarda medyanın geleneksel “muhalif” yeteneğini ortadan kaldırmanın adı, “istikrar” olarak anılıyor…
Sendikaların, muhalefetin yeterince ses çıkarmadığı, çıkaramadığı ortamın adı “istikrar” diye yutturuluyor...
Ama asıl tehlikelisi; temel “meselelerde” sergilenen aymazlıktır…
60 yıldan beridir; Türkiye ve Kıbrıslı Türkler, dünyaya “çözüm” mesajı vermeye gayret ettiler…
“Görsel” anlamda bunun bir “getirisi” olduğunu hep kabul ettiler.
2004’te Annan Planı’na yüzde 65 “evet” diyerek bunu BM’nin kayıtlarına geçirdiler…
Çözüm istemeyen liderler bile “Mr. No” diye damgalanmanın faturasından çekindiler, korktular…
Bu yüzden “masadan kaçmayı” bir zafiyet olarak gördüler…
“Masadan kaçan taraf” olmanın bir “bedeli” olduğunu anladılar…
Dünyaya meydan okumak yerine, dünyanın her zaman “masayı” işaret edeceğini bildiler, siyasi manevralarını da buna göre yaptılar.
Nereye kadar?
Ankara’nın Sayın Akıncı’yı alaşağı edip, Tatar’ı koltuğa oturtana kadar…
Tatar; imkânsız olduğunu bile bile “egemen eşitlik” diyor…
Kimsenin kendisini ciddiye almadığını bile bile “Eşit uluslararası statü” diyor…
Ama en acısı; “Görüşme için ortak zemin yok. 3’lü ya da başka bir formatta görüşmeye de gerek yoktur.” diyebiliyor.
60 yıldır “Aman ha masadan kaçan taraf biz olmayalım” diyerek betonlaşmış olan siyasi duruş, Tatar’ın ağzında “övünülecek” bir pohporozluğa, meydan okumaya dönüşebiliyor.
Neden?
Yazının girişinde sözünü ettiğim “konjoktür” nedeniyle…
Tatar işte bu yüzden “masadan kaçma”yı bir kahramanlık gibi sunabiliyor…
Erdoğan’ın rüzgârında savrulmayı; İngiliz’e “obedient servant”lık yapan “Sir”ler gibi davranmayı “marifet” sayıyor…
Tabii; işin en ilginç yanı, kimse ona “Mr. No” bile demiyor…
Bunun da bir tek nedeni var… Erdoğan’ın “iki devlet” iddiasının böyle “pragmatik” bir liderin siyaseti olamayacağını herkes biliyor…
Bu yüzden dünya “stratejik” bir manevra ihtimaline karşı temkinli davranıyor…
Kıbrıs siyaseti ile ilgilenen herkes çok iyi biliyor ki her an Tatar’a “Haydi masaya” denilebilebilir…
Bu koskoca “müsamaha”nın sırrı burada yatmaktadır.