Çocukluğumun kış ayları çok soğuk geçerdi…
Yükseklerdeydi Lefkara…
Gözün alabildiği yerlere kadar uzanan, her tondan capcanlı bir “yeşil”le örgülüydü…
Dağları, tepeleri sarptı, vadileri keskindi…
Yolları daracık, kıvrımlı ve taştandı…
Geniş iç avlusu ve bol odalı evlerinde çok çocuklu aileler yaşardı…
Yukarılarda, köyün üst başlarındaydı evimiz…
“Çocuk” beynimde, bir “şato” kadar görkemli ve kocamandı…
Böyle bir “imge”yi taşıdım zihnimde yıllarca…
Tam 40 yıl sonra, “yetişkin” gözlerim, çocukluğumun sarayını görünce “bu kadarcık mıydı?” diye afalladı…
Çıkıp damında gezindim…
Her Aralık ayında ansızın çıkıp gelen “Goncoloz”larını aradım çocukluğumun…
Serin yaz akşamlarında, komşu akranlarımla yaptığımız “uçurtma”ları aradım…
Hatta, 50’li yılların sonunda, gürültülü postallarıyla damlarımızda gezen İngiliz askerlerini aradım…
Bize yukarıdan attıkları teneke kutular içindeki yuvarlak “piskot”ların tadını damağımda hissettim bir an…
Nasıl da bağırıyorlardı “go home” diye, “sokağa çıkma yasağı”na uymayanlara…
Bir komşumuz vardı, yaşlı bir Rum kadın…
Margaru; annemle birlikte gollifa yapardı… Pilavuna salarlardı fırına…
2004’lerde, 40 yıl aradan sonra köyüme gittiğimde, Margaru nenenin kapısını çalmıştım…
Çok yaşlanmıştı ve doğal olarak beni tanıyamamıştı…
“Ben Zalihe’nin oğluyum” dediğimde, yüzünde müthiş bir sevencenlikle bana sarılmış ve şöyle demişti:
“O bizim öncümüzdü. Bu köyde ilk pantalonu giyen kadın oydu. Biz hepimiz onu takip ettik. Eşek sırtında ovaya giderken pantolon giymeye o güne kadar kimse cesaret edememişti.”
“Vay be” demiştim, annemle gurur duymuştım o gün…
Kış aylarında, sıkça olmasa da, kar yağardı Lefkara’ya…
Okulun avlusu, bembeyaz bir gelinlik giymiş, bizi beklerdi…
Kartopunu hazırlayan her bir çocuk, önüne gelene saldırırdı…
Düşenler, kalkanlar, sırılsıklam olanlar, ağlayan küçücüklerle okul bir “beyaz panayır”a dönüşürdü…
Okulumuzun bahçesi, bir gül ormanı gibiydi…
Pembe gülleri toplar, imbikten geçirir, “gülsuyu” üretirdik…
Sonra da şişeleyerek, gidip Rum mahallesindeki “bandabuliya”da bunları satardık…
İlkokul yıllarında Lefkara’da hemen her çocuk, mantar toplamaya çıkardı…
Dağları, ovaları gezerdik… Topladığımız “gavcar mantarları”nı zeytin ağacından kestiğimiz ince bir dal üzerine dizer, kahvehanelerde satardık…
Köyümüzde “avcılık” da çok popülerdi… Hemen her evde av tüfeği bulunurdu…
Babam, av günlerinde kahvehaneyi sabahın ilk saatlerinde açardı…
Avcılar, vurdukları tavşan ve kekliklerle kahvehaneye doluşurdu… Köyün ünlü ve iddialı avcıları; tavşanları, sıra sıra kahvehane içinde yere dizer ve onları avlama öykülerini abartarak anlatırdı…
Bu av sohbetleri hiç bitmek bilmezdi…
Tavşanların yerdeki kanlı görüntüleri çocuk yüreğimi acıtırdı… Bu yüzden olsa gerek, hiç av silahı edinmedim ve hiçbir zaman ava merak salmadım…
50’li yılların sonlarına doğru, TMT’den önce, Kara Çete, Volkan gibi örgütler kurulmuştu…
İki toplumun “etnik” olarak çatıştığı, birbirinin boğazına sarıldığı yıllardı…
Büyükler savaşınca küçükler durur mu?
Genel milliyetçi motivasyon bizi de sarmıştı… “Dörtlü Çete” diye bir “gizli örgüt” kurmuştuk…
Gizli toplantılar yaptık… Planlar hazırladık…
Ne yapacaktık?
Tabii ki, Rum mahallelerine taarruz…
Birinci eylemimiz; “Fıstıkçı Dimosteni”yi soymak oldu…
Bez maskelerimizi taktık; gözleri görmeyen, kocaman kamış sepetler içinde, kahvehanelerde kabuklu fıstık satan Dimosteni’nin evinin yolunu tuttuk…
Kapı içinde oturuyordu yaşlı Dimosteni…
Sepetler de önündeydi… Dördümüz birden saldırdık fıstıklara…
Avuçladık, ceplerimizi doldurduk…
Bir “düşman”a zarar vermenin huzuruyla gerisin geri Türk mahallesine kaçtık…
Okulda, havamızdan geçilmiyordu…
Gizli örgütümüze yeni elemanlar aldık… Daha büyük operasyonlara hazırlandık…
İkinci eylem; köy bakkalı Bohani’nin dükkanını soymaktı…
Bir akşam üzeri bakkala doluştuk. Tezgâhın üzerinde sıra sıra sigara paketleri diziliydi…
O günlerin popüler sigaraları “555 Three Fives” ve “Craven A” idi…
Her birimiz etrafı gözetleyerek paket paket sigaralara saldırdık…
Benim yürüttüğüm paketler; “Sports” diye bilinen kalitesiz, ucuz sigaralardı…
Oradan Türk mahallesine kaçtık. Yurt dışına göç etmiş köylülerin boş evlerinden birine sığındık.
Sigarayı çok merak ediyordum…
Altı yedi tanesini paketten çıkardım, ağzıma yerleştirdim ve yaktım…
Kapkara bir dumanı içime çeker çekmez öksürmeye başladım…
Az daha boğuluyordum…
O günden beridir, ağzıma bir tek sigara koymadım…
1963 yılı Aralık ayının son günleriydi…
Babamın kahvehanesi tıklım tıklımdı… Siyah beyaz televizyonda her Cuma bir Türk filmi gösteriliyordu. Evlere henüz tv girmemişti. Aileler “Yarım şilin” ödeyerek kahvehanede sinema keyfi yapıyordu; film akşamları…
O akşam, aniden yayın kesildi. Bir donuk manzara resmi düştü ekrana… Rumca “Dialeimma” yazısını görünce, bir “korku” bulutu sardı her yanı…
Birkaç gün içinde toparlandık ve 2 Ocak 64 günü, topluca, dağlardan köyü terk ettik…
“Ara” demekti dialeimma… Birkaç dakikalık film arası yani…
Ancak o birkaç dakika, tam 60 yıldır bitmedi…