1960’lı yılların ikinci yarısı…
Tamı tamına yarım asır önceydi…
“Beatles”ın, kendi deyimleri ile “İsa’dan bile daha popüler olduğu”,dünyayı kasıp kavurduğu günler…
Lefkoşa’da Abdi Çavuş’la Mecidiye Sokağı’nın birleştiği yerde Akın gazetesi vardı…
O daracık sokaklar; Londra’nın Piccadilly, New York’un “Times” meydanı kadar kocamandı çocuk gözlerimizde…
Mexico City’nin “Garibaldi”si, Paris’in Şanzelize’si neyse; Abdi Çavuş da oydu daracık dünyamızda…
Devlet, bakan, meclis, hükümet, cumhurbaşkanı yoktu… “Sancaktar”ların, “Bayraktar”ların devriydi…
Karşıda; Nebil Nabi Eczanesi’nin vitrininde, kendi ürettiği merhemler vardı…
Arka tarafta, gün yirmidört saat capcanlı, derme çatma bir hastane…
Nebil Nabi’nin hemen aşağısında ise Emir Hamamı…
Kuruçeşmedeki evlerin kapılarında “Aile Evidir” yazılı uyarı levhaları kaldırılmamıştı henüz…
Gençler, Berkant’ın “Samanyolu” şarkısı ile ev partilerinde dans ederlerdi…
Cem Karaca, “Söyledi yooook… yooook…” diye bangır bangır bağırırdı…
İsrailin, Mısır’ın Sina yarımadasını işgal ettiği günlerdi…
Lefkoşa “enklav”ında tutsak olan gençliğimiz, Joan Baez ile “savaş karşıtlığı”nı anlamaya çalışırdı…
Ve Amerika Vietnam’a 8 milyon ton bomba yağdırmakla övünürdü…
Mecidiye Sokağı’nda, Akın gazetesinin basıldığı matbaanın duvarında, sarı saman kağıda kocaman harflerle yazılmış bir şiir vardı:
“Akın var, güneşe akın,
güneşi zaptedeceğiz,
güneşin zaptı yakın…”
Köyden Lefkoşa’ya yeni gelmiştim… Şener Levent’i, çıkardığı gençlik gazetesi “Öğrencinin Sesi”nden tanıyordum…
Beni, abisi Kemal Akıncı ile tanıştırdı ve Akın’da çalışmaya başladım.
Şener’de müthiş bir entelektüel birikim vardı…
“Nazım” adını ilk kez ondan duymuştum…
Lefkoşa hisarlarında akşam serininde yürüyüşler yapardık… Bana Nazım’ın en popüler şiirlerini okurdu… Sanat üzerine,“kuşatılmışlık” üzerine söyleşiler yapardık…
Abdi Çavuş’un, Laleli’nin, Mecidiye Sokağı’nın üzerinde sanki bir “şiir bulutu” gezinirdi… Hep şiire sığınırdık, hep şiir konuşurduk…
Nazım sevgisi ve tutkusu tüm benliğimi sarmıştı…
Nazım o yıllarda yasaklıydı tabii… Kitaplarını bulundurmak “suç”tu…
Rum tarafında “Sputnik” adında bir kitapçı vardı. Sol içerikli kitaplar satardı. Nazım’ın Bulgaristan’da basılmış ciltli kitaplarını oradan alırdık… Kalın bez ciltli Nazım kitaplarının üzerindeki altın yaldız “Nerodna 5 Prosveta” yazısını belleğimin bugünlere kadar taşıyabilmesinin sırrını hep Nazım’ın şiir gücünün bende yarattığı “sinerji”ye bağlarım.
Birçok şirini nasıl da ezberlemişim…Ruhi Su’nun 45’liklerinde “Kurtuluş Savaşı Destanı”nı dinlerken kulağımdaki kağnı seslerini nasıl da içselleştirmişim…
Lise’ye adım attığımda artık yasaklı Nazım’ın şiirleri ile yatıp kalkıyordum…
Lefkoşa Türk Lisesi’nde her yıl “Şiir Okuma Yarışması” düzenlenirdi o yıllarda…
Ben de Nazım’ın “Davet” şiiri ile yarışmaya katılmayı kafama takmıştım… Ancak nasıl olacaktı? Nazım yasaklıydı ve benim başım da her an belaya girebilirdi… Lise öğrencisi idim ama aynı zamanda üniformalı bir “Mücahit”tim ve yurtta değil kışlada kalıyordum…
Şiiri bir kağıda yazdım, okul idaresine verdim… Altına da “A. Bahadır” diye bir imza attım.
Sahnede “Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” dediğimde, salonda yer yerinden oynadı.
Tabii öğrenciler Nazım’ı bilmiyordu, tezahürat ve coşkunun kaynağı şiirin ta kendisiydi…
Yarışma bittikten sonra, Jüri üyelerinden kıdemli bir edebiyat hocası yanıma geldi ve “Bu şiiri bir yerlerde okumuş gibiyim. Nereden buldun, şairi gerçekten A. Bahadır mı?” diye sordu…
Hiç renk vermedim… Nazım’ın bir şiirini Kıbrıs’ta sahnede ilk kez ben okumuş olabilirim diye yıllarca kendi kendime övünüp durdum…
O günlerde yalnızca Nazım’ın şiirleri ve kitapları değil, birçok kitap yasaklıydı…
İleriki yıllarda “Mücahitlik”te kıdemli olunca, surlariçi’nde “İdadi Sokak”ta bir bekâr evinde kalmaya başlamıştım.
Bir gün polisler evimi bastı ve birçok kitabıma el koydu. Gelen polis ekibinin başı köyüm Lefkara’da İngiliz zamanında polislik yapmış bir Çavuş’tu… Babamı çok iyi tanıyordu… “Vazgeç oğlum sana Komünistlikten bir fayda gelmez” diye nasihatta bulunmuştu…
Tabii Polis Çavuşunu dinlememiştim…
Yıllar sonra henüz “Perestroyka” dönemi başlamadan, Moskova’yı ilk ziyaret ettiğimde; ilk yaptığım işlerden biri Novedeviçi Mezarlığı’nda Nazım’ın mezarını ziyaret etmek ve kocaman granit taşın dibine bir adet karanfil bırakmak olmuştu…
3 Haziran ölüm yıldönümünde Nazım’ın Lefkoşa’da anılması, şiirlerinin okunması beni eskilere götürdü…
Bugün Nazım’ın şiirlerini okumakla, o günlerde okumanın arasındaki “fark”ı uzun uzun düşündüm…