Yoo… Bu görüntülere katlanamam… Yüreğim bu kadarını kaldıramaz…

Bakamıyorum… Vücudumda bir titreme başlıyor…

Vallahi de, billahi de korkuyorum…

Tanklar cayırdayarak ilerliyor… Oğlum yaştaki üniformalı çocuklar…

Cephede toprak yığınları… Üzerinde silahlı genç insanlar…

Hareket halindeki kamyondan bir muvazzaf asker mikrofona konuşuyor:

“Bizim için dua edin…”

Birkaç gün sonraki olası bir TV haberi geliyor gözlerimin önüne…

Bir şehit haberi: “Savaşa giderken, şunu şunu söylemişti…”

Dayanamıyor gözlerim… Islanıyor…

Savaş bu…İçinde ölüm var… Düpedüz, acımasız, yok edici…

Bizim kuşak “sömürge çocukları”ydı…  Bizden birkaç kuşak sonrakiler “savaş çocukları”diye anıldı hep…

Savaşın acısını Kıbrıslılar çok iyi bilir…

Bu yüzden dibimizdeki savaşı “naklen” ve sıcacık koltuklarımızda, beynimize inen balyozlar ağırlığında “doya doya” seyrederken içimiz daralıyor, soluklarımız sıklaşıyor…

Karşımızda obüslerin top atışından yükselen dumanlar… Bomba atan F16’lar…

Ve ülkenin “savaş” yanlısı politikacısı konuşuyor:

Tabut diyor… Mezar diyor… Kan diyor… Allahü Ekber diyor… Milli hedef diyor…

Daha da önemlisi “şahadet” diyor… Herkesi “şehit olmaya” davet eder gibi…

Cephedeki tv muhabirinde“barış gazeteciliği”nin hiçbir belirtisi yok… Savaşın acımasızlığına övgüler yağdıran bir nevi “savaş gazeteciliği” yapıyor…

Ekran karşısında içim daralıyor… Benim gibi, odanın içinde herkesi bir “korku”nun sardığını duyumsuyorum…

Aslında bu yalnızca bir “korku” da değil… Savaşın acımasızlığını yaşamış, ailesinden kayıplar vermiş, en güzel yıllarını mevzilerde geçirmiş birilerinin mantık dünyasının, duygu dünyasının tankların paletleri altında ezilmesi gibi bir şey…

Tankın üzerindeki gencecik asker, ailesine şu mesajı gönderiyor:

-Beklemesinler…

İşte orada kopuyorum… Ekranı kaçırıyorum, torunlarım görmesin istiyorum…

Savaşın da, barışın da “romantizmi”ni terk ederek “günümüz gerçeği”ne odaklanıyorum…

Henüz farketmemiş olabiliriz ama, Ortadoğu’daki ateş çemberinin tam da ortasındayız…

“Bize bir şey olmaz” diyemeyiz…

Türkiye’nin ABD ile “sorun” yaşaması elbette bize de dokunabilir…

Türkiye’nin Rusya ile sorun yaşaması da öyle…

Suriye’nin çılgın Başkanı Esed; Türkiye’ye zarar vermek niyeti ile bize de dokunamaz mı sanıyorsunuz?

Eli buralara kadar uzanamaz mı sanıyorsunuz?

Bu “istikrarsız” bölgede, bir Suriye yüzünden milyonlarca insan ülkesini terk ederken, bölgemiz ABD ile Rusya’nın cirit attığı bir “savaş alanı”na dönüşürken, havada onlarca savaş uçağı dolanırken, ansızın bir “kıvılcım” tüm bölgenin yok olmasına bile yol açabilir…

Bu gelinen noktada başta ABD’nin ve diğer emperyal güçlerin bölgeye sattığı savaş silahlarının yol açtığı çatışma ve gerginlik hiç de “geçici” bir durum gibi gözükmüyor…

Yalnızca ülkeler arasında değil ama; mezhepler, terör örgütleri arasında da bu “çatışma” her geçen gün kalıcılaşıyor…

İşte bu ortamda;Türk Silahlı Kuvvetleri PKK ve YPG’nin kontrolündeki Suriye’nin Afrin bölgesine doğru ilerliyor…

Bu “operasyon”u destekleyen de var, desteklemeyen de…

PKK ile YPG’nin sempatizanları da var, onların bölgeden temizlenmesini talep edenler de…

Çok yanlış bir biçimde bu “operasyon”u 1974 harekatına benzetenler bile var…

Türkiye “Suriye’de ne arıyor?” diyenler de var, “Bu harekat Türkiye’nin BM Anayasa’sının 51. maddesine göre kendini savunma hakkına giriyor” diyenler de…

Sonuçta bu bir savaş… Çağdaş insan olmak; savaşa, silaha, askere, topa tüfeğe karşı olmayı gerektiriyor…

Ama hem bizde, hem de Türkiye’de bol bol savaşseverlerimiz de var…

Kana, şahadete, fetihçiliğe dayalı, milliyetçiliğin kitleleri afyonladığı bir coğrafyadır burası…

Üstelik bu iki “karşıt”lığı birlikte barındıracak bir demokratik kültürümüz ve sistemimiz de yok…

Bu yüzden hem burada, hem Türkiye’de bu “savaş” iç politikaya bulaştırılarak toplum içinde “çatışma” ortamları yaratılıyor…

Savaş, parti kongrelerinde açıklanıyor, meydanlarda hedef gösterilen muhalefet liderleri “Diplomatik yollar denenemez miydi?” dedikleri için medya üzerinden neredeyse linç ediliyor…

Biz de aynısının tıpkısını yapıyoruz… Bir “işaret” fişengi ile birbirimizi yemeğe kalkıyoruz…

Türkiye’de “savaş”a bulaştırılmış “iç politika”yı örnek alarak burada da “politik rant” peşinde koşanlar var…

Daha da ileri giderek, belediyesinin çalışanları ile ta Büyükkonuk’tan Lefkoşa’ya gelip “gösteri” yapmak bağnazlığına düşenlerimiz bile oluyor…

Oysa durum çok nettir…

Afrika gazetesi; Türkiye’nin Suriye operasyonuna “işgal” dedi…

1974’e zaten “işgal” diyordu…

Ben demiyorum… Afrika ile aynı görüşte değilim… Afrin ile 1974’ün benzediğini de düşünmüyorum…

Ama TC Cumhurbaşkanı Erdoğan, bundan çok rahatsız oldu ve bu gazeteye “pespaye” dedi…

Bir Cumhurbaşkanı’nın meydan konuşmasında kendisini “inciten” bir gazeteyi “pespaye” diye nitelendirmesi Türkiye için artık “olağanlaştı” diyebiliriz… Ama “Kıbrıslı Türkleri tavır koymaya çağırması” provokatörlerin ekmeğine yağ sürecek bir tehlike içeriyor…

Cumhurbaşkanı Erdoğan,aslında özellikle gazeteciler için bunu hep yapıyor…

Oysa bu işlerin tek bir çözümü var: Demokrasiyi, çok sesliliği iliklerimize kadar sindirebilmek…

Karşıtlara, aykırılara tahammül edebilmek…

Ama o noktadan henüz çok çok uzaktayız…