Yıllar önce; Ankarada, TBMM binasında, bir görüşmemiz sırasında, rahmetli Uğur Mumcu şöyle demişti:

-Ben hiçbir şeyin “özel”ini sevmem… Sadece tiyatroların “özel”ine bayılırım…

Bizim nesil; yani 68 kuşağının ardıcılları “özel”e hep tepkiyle yaklaştı… Kapitalizmin “sömürü düzeni” baş düşmanımızdı…

Emperyalizme kafa tutardık… Küçük burjuvalardan nefret ederdik…

Küçücük ülkemizde, raflarında üç beş bolibif bulunan mahalle bakkalını bile “sermaye sınıfı”nın acımasız bir kapitalisti olarak görürdük…

“Devletçi” bir ekonomik modele “ideolojik” yatkınlığımız oluşmuştu… Üretim güçlerinin kontrolü “devlet”in elinde olmalıydı…

İyi, hoş da bizim çağdaş, demokratik bir “devlet”imiz ne zaman oldu ki?

Kıbrıs Türk toplumunun en büyük finansal kaynağı “Cemaat Meclisi Konsolide Fonu”ydu…

İngilizden kalan “kooperatifçilik” ise cılız ekonominin öncü gücü gibiydi…

1974 sonrasında “Karma ekonomi” diye bir model ile tanıştık… Ecevit sayesinde yaşamımıza kısa adı KİT olan “Kamu İktisadi Teşekkülleri” yerleşti… O zamanlar “kamu” demek, yönetim gücünü elinde bulunduranlar demekti…

Sanayi Holding, Turizm işletmeleri, tütün işletmeleri, havacılık, petroller ve daha birçok alanda KİTler kuruldu.

Kooperatif işletmeleri de toplumun temel ihtiyaç alanlarında iyi işler yapıyordu…

“Özel sektör” denilen “yapı” oldukça cılızdı ve “sermaye birikimi”ne ilk harcı koyan “bavul ticareti” Özalın Türkiyede iktidara gelmesi ile büyük darbe almıştı…

Özal, kendi modelini Kıbrısta uygulamaya koyduğunda ilk “darbe”yi o günlerde UBPnin koalisyon ortağı olan TKP yedi… Devletin başı “Paketi beğenmeyenler Moskovaya gitsin” dedi, TKP de alternatif olarak hazırladığı ekonomik paketi kaptığı gibi soluğu muhalefette aldı…

1986da “Yıkım Paketi” söylemi siyaset yaşamımıza girmiş, “dayatma” sözcüğü, sol kesimlerin “isyan bayrağı”na nakşolmuştu…

İşte o gün bugündür biz bu “dayatma” politikasından hem çok çektik, hem de siyasetçilerimiz, bundan siyasi “ritüel” olarak nemalandı… Korkulu rüyalarımızı süsleyen bu sözcük, neredeyse tüm sol politikalara “ayar” çekecek kadar güçlendi…

Kişilikli politikalar oluşturup, zamanında Türkiyenin karşısına çıkacağımıza, hep geç kaldık… Hep arkadan koştuk…

Ve ne yazıktır ki bugün bile sol siyaset; iktidarı ile muhalefeti ile bu “dayatma” ve “özelleştirme” kıskacından çıkabilmiş değil…

O kadar ki, özelleştirilmiş elektriği “devlet tekeli” gibi yönetiyorlar, sonra çıkıp “özerkleştirme”den söz ediyorlar…
Başka sol kesimlerde başka başka “tezat”lar da yok değil…

“Akıncı gitsin ara bölgede Rus Dışişleri Bakanı ile görüşsün, ne var bunda…” diyorlar, ama böylesine bir boyun eğmeyi içlerine sindirirken, “Türkiyeye efelenmediği için” de kıyasıya dalga geçiyorlar…   

CTPden son günlerde çıkan sesler ise bir başka alem…

Kimileri “Türkiye ile kavga edecek halimiz yok” derken, kimileri Türkiyeye rest çekmekten, istifa etmekten söz ediyor…

Kimileri, “su yönetiminde sorun yoktur” derken, kimileri “Yönetim Kıbrıslı Türklerde olmalıdır” diyor…

Kimileri, “belediyeler yönetsin” derken, kimileri “özel ile ortak yönetilsin” diyor…

Kimileri “vana kapatıldı, su akmıyor” diyerek panik yaratırken, kimileri “Türkiyede vana yok ki” demektedir…

Tüm bu tartışmaları, medyamızdan takip eden bir yabancı aslında “Buldunuz da bunadınız” kıvamına erişmiş olan bu karmaşa içinde “barış suyu” iddiasının ne kadar hiçleştirildiğini kavramakta zorlanmayacaktır.

Hani biz Rumlara da bu “nimet”ten sunabilecektik… Bu tartışmaları ve TC ile olan anlaşmazlığı gören hiçbir Rum siyasetçi, bu konuyu bizimle konuşmayı bile göze alamaz.

Ama; bu konuda beni asıl kahreden şey, kendi siyasi beceriksizliğimizin üzerine gitmeye kimsenin niyetli olmamasıdır…

Bu süreçte bence; 2010 yılından beri imzaladıkları belgelerde adı olan tüm siyasetçiler sorumludur. Çıkan yasanın gereğini yerine getirmeyen, Kıbrıs ve TC makamlarından ortak komite kurmayan, 2013-15 protokolüne “özel sektör de olur” gibisinden ifadeler koyup şimdi kaytaranlar da sorumludur.

Bu kadar beceriksiz davranmamız karşısında, TC makamlarının bize “Bu işi yapacağınıza güvenmiyoruz” demelerinin “teknik” mi yoksa “siyasi” bir argüman mı olduğunu tahlilden yoksunuz…

Devlete ait işletmelerde harikalar yaratıyoruz, sicilimiz başarılarla doludur da, buna karşın bize “empoze” su yönetimi dayatması mı yapılıyor?

Hele DSİnin, tüketicinin evinin altından fatura atmaya talip olması, böyle bir öneride bulunmaya cesaret etmesi, belediyelerimizin “güven” telkin etmemesi yüzünden değil midir?

Neden bu projenin adı “KKTCnin Türkiyeden Su Satın Alması” değil?

Neden, belediyenin deposuna sayaçla su satın almayı değil de, Türkiyenin kurduğu alt yapıyı ve kendine ait suyu da yönetmek istiyoruz?

Neden tüm atık suları da, yeraltı sularını da başarısız kurumlara yani belediyelere devredelim?

 

Türkiye bu suyu İsraile satacak olsaydı, deposuna kadar su, kendi kontrolünde olmayacak mıydı?
Neden bir de bu “açı”dan bakmıyoruz meseleye?