Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yıl kutlamaları bütün Türkiye’de görkemli tören ve etkinliklerle kutlandı.  Sanırım Türkiye bugüne kadar hiç bu kadar bayrak görmemişti.  Bu görüntüler, Türk insanının, Türk milletinin gönlündeki vatan ve Atatürk sevgisiydi.  Onlara bu bayrakları dalgalandıran da odur.
            Kendimizi bildik bileli 29 Ekim Cumhuriyet bayramı bayrak ve kırmızı beyaz renklerle bezenir ve öyle kutlanır.  Lakin bu 100. Yıl kutlamaları bir başka gerçekleşti bütün Türk dünyasında.  Sadece Türkiye’de değil, Türklerin yaşadığı bütün diğer memleket ve ortamlarda da bayrak asıldı ve görkemli etkinliklerle kutlandı.
            İnsan bunları görünce duygulanıyor ve eski belgesellerde cephede savaşan Mehmetçiğin ölümüne çarpışmasından ve savaşmasından hüzünleniyor.  Bu vatan, öyle kolay vatan olmadı.  Şair doğru söylemiş...
            “Toğrağı sıksan şüheda fışkıracak, şüheda” sözleri, bize herşeyi ve verilen büyük mücadeleyi anlatır.
            Bütün tarih boyunca Anadolu toprakları şehit kanları ile sulanmıştır.  O şehitler, birer isimsiz kahramanlar olarak tarihin sayfalarına düşmüştür.
            Bir de dört yıl önceki darbe girişimde gördük o bayrakları Türkiye’de.  Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın darbecileri yıldırmak ve vatana sahip çıkmak için “Halkı sokağa çıkmaya davet ediyorum” sözleri üzerine Türkiye baştan başa kırmızı-beyaza bulanmıştı. İnsanlar darbelerden bıkmış ve huzurlu bir vatan istiyordu.  Nitekim sokağa çıkan cesur insanlar, darbecilerin tankları üzerine çıkıp Türk bayrağını açmışlardı.  Ne muhteşem bir görüntüydü.
            O görüntüdür ki, insanların kanını tutuşturdu ve vatanını darbecilerin insafına teketmedi.
            1963 olayları azalıp hayat kısmen normale dönünce artık Kıbrıs Türk Alayı’nın değiştirme birliğine Cumhurbaşkanlığı sarayında kokteyl verilmeye başlamıştı.  Benim de Dr. Küçük’ün Özel Kalem’i olarak ev sahibi durumunda her kokteylde bulunmam icabediyordu.  Bir kokteylde bir İngiliz diplomat bana şu soruyu sormuştu:
            “Bizim parlamento binasında böyle günlerde sadece iki bayrak dalgalanır.  Bir de Kraliçe’nin sarayında.  Halbuki siz Türkler, her bayramda sokakları, evleri, evlerin balkonlarını, meydanları Türk bayrakları ile donatıyorsunuz.  Acaba Türklüğünüzden şüphe mi ediyorsunuz ki bu kadar bayrağı her yere asıyorsunuz?”
            İngiliz diplomatın tuhafına gitmiş bizim bayraklarımız.  Ben de şöyle bir yanıt vermiştim kendisine:
            “Biz Türkler ulusumuzu ve Anatanımızı çok sevdiğimiz için, bu bayrakları her tarafa asıyoruz.  Bu bayrakları asmamız Türklüğümüzden şühelendiğimiz için değil, bayrağımız ve askerimizle gurur duyduğumuz için asıyoruz.  Bayrağımızdaki kırmızı rengin anlamını biliyor musunuz?  Kırmızı renk, savaşlarda döktüğümüz kanın rengidir.”
            İngiliz diplomat beni anlamıştı ama yine yüzüme bir tuhaf bakmıştı.
            Sonra kendisine Türk bayrağının şeklinin nasıl değiştiğini söylemiştim.
            “Türklerin, yani Osmanlıların bayrakları üç hilaldi.  Çetin bir savaşta gökyüzündeki ayla yıldız kan göleklerinin üzerine düşen içiçe bir görüntü verince artık Türkün bayrağı o şekli almıştı.”
            O diplomat bizim duygularımızı ve neden her tarafa bayrak astığımızı idrak etmişti.
            O üç hilalli bayrağı, Viyana’da Milletler Müzesinde Türk bölümünde görmüştüm.  Üç hilalli bayrak lime lime olmuş haliyle o müzede iki cam arasına sıkıştırılmış bir şekilde duvara asılmıştı.  Esasında o müze, Osmanlının Viyana kuşatmasını anlatıyordu.  Hatta Viyanalılar o müzeye Türk postallarını, kalın ve ağır kılıçlarını, gürzlerini ve silah oklarını bile saklamışlar ve bizim üstümüzden müze vasıtasıyle turizm yapıyorlar.
            Yine de Türk’ün ne kadar cesur bir millet olduğunu anlatıyordu o müze.
            Herhalde şimdi yabancılar yine o soruyu soruyorlar kendilerine.
            “Siz Türklüğünüzden şüphe mi ediyorsunuz?”
            Biz de şu cevabı verme durumundayız:
            “Türk milleti kendi bayraklarından alırlar bütün gücü.”