Çanakkale İntepe’de kocaman bir salon…

Masalar, U biçiminde dizilmiş…

U’nun dip kısmında biz sekiz Kıbrıslı yan yana oturuyoruz…

Salonda Türkiye’nin 67 vilayetinden (O zaman o kadardı) öğretmenler var…

Sırası gelen, ayağa kalkıp kendini tanıtıyor. En sonunda da “medeni hali”ni, çocuk sayısını söylüyor…

O zamanlar “Türk Öğretmen Koleji”nde okuyan çelimsizbir öğrenciyim…

Kendimi tanıttıktan sonra, medeni halim için utana sıkıla “sözlü” diyorum…

Bu sözcük ağzımdan çıkar çıkmaz salon kahkahadan kırılıyor…

Kelli felli, otuz kırk yıllık öğretmenlerin yanında, salonun neredeyse tek “sözlü”süyüm ve bu durum katılımcılara çok “garip” geliyor…

Ama Anadolu’dan gelmiş onlarca öğretmene asıl garip gelen şey her gün toplantı başlamadan “içecek siparişlerimizi” almaya gelen görevlinin sorusuna verdiğimiz yanıttı…

U düzeninin ucundan başlayarak “çay… çay… çay… çay” diye ardı ardına siparişler verilirken, sıra Kıbrıslı’lara gelince tam sekiz tane “kahve” sözcüğü sıralanıyor ve sıra tekrardan “çay… çay” diye devam ediyordu…

Her sabah tekrarlanan bu tempolu ve “ritmik” çay-kahve muhabbeti, gencecik beynime “ilk farkımız” olarak yerleşmişti…

Çanakkale beni müthiş etkilemişti…

Yıllarca, ilkokul öğretmeni olarak slaytlarla, filmlerle ama büyük bir heyecanla “18 Mart deniz muharebesi”ni anlattım çocuklara…

Türk topçusunun batırdığı Agamemnon, Quin Elizabeth zırhlılarının adını hep ezberimde tuttum…

Binlerce kilometre öteden gelen işgalci Anzakları, Avustralyalıları, İngilizlerle Fransızları anlattım çocuklara…

Bu “işgalci”ler yüzünden 250 bin insanın öldüğünü, işgalcilerin de Gelibolu topraklarında 250 bin ölü bıraktığını anlattım…

275 kiloluk mermiyi sırtlayan ve “Ocean” zırhlısını batıran Seyit Onbaşı’yı anlattım…

“Bu İngilizler, Fransızlar, Anzak’lar Çanakkale’de ne arıyorlardı?” diye soran muzır çocuklara hayranlıkla yanıtlar verdim…

İşgalcilere karşı Türkiye’nin ne kadar “mazlum” olduğunu, bu savaşın ise ne kadar “haklı” bir direniş savaşı olduğunu, “barış dili”nden zerre kadar sapmadan anlattım…

Geçen yıl; yani tam 44 yıl sonra; TC Lefkoşa Büyükelçiliği, bizim yetersiz siyasetçilerimizin kullanmadıkları ve geri gönderilecek Türkiye paraları ile Çanakkale’ye turlar organize ettiğinde, oraya gidecek birkaç yakınıma Çanakkale anılarımı aktardım ve “harika bir gözlem yapacaksınız” dedim…

Ne harikası?

Çanakkale’yi gezmeye, görmeye giden Kıbrıslı öğrencilerin hiç alışık olmadıkları aşırı bir “din baskısı” altına alındığına ilişkin hikâyeler dinledim onlardan…

Ama hepsinden önemlisi; Atatürk ile Çanakkale’nin bağını koparma uğraşını her adımda gözlemlemeleri oldu…

Atatürk, oralarda hep “Mustafa Kemal Bey” diye anlatılmış çocuklara…

Bu yıl da, 18 Mart gelirken, Türkiye’nin “yandaş” medyası, Çanakkale’ye her zamankinden daha büyük bir önemle sarıldı. Oraya müthiş bir insan selinin akın etmesi için herşey yapıldı…

Öyle anlaşılıyor ki, Çanakkale Zaferi, bu dinci kesim tarafından Osmanlı propagandası yapmak üzere kurgulanıyor…

Bir de Atatürk’ü aşağılamak, onun bu savaştaki katkısını silmek için…

Oysa, Çanakkale Türkiye Kurtuluş Savaşı’nın alt yapısıdır, belki de cumhuriyetin temeline ilk harcı koyan direnişin adıdır…

Ama dinciler; yeşil sarıklılar“Mustafa Kemal Bey’in ‘yani Atatürk’ün’ 18 Mart Çanakkale Zaferinde hiçbir katkısı yoktur.” demektedirler…

Hattabusavaştakikahramanlıkları “ÇılgınTürklere” değil, “İmanlıTürkler”e mal etmektedirler.

Türkiye’dekiyandaşmedyaÇanakkaleüzerindendincilikveOsmanlıcılıkyaparken, Pazargünü de buhaksavaşını, işgalekarşıbudirenişi “Afrin”ebağladıvemüthişbirmanüpülasyonla “canakkaleafrin” ikilemesiüretti…

Televizyonlardabirasıröncekiişgalkarşıtısavaşile Afrin birlikteanıldı; bayrak, şehitlik, marşlar, politikacınutuklarıbirbiriilesarmalanaraksunuldu…

Gelecekseneki TC Cumhurbaşkanlığıseçimlerinegiderken; Afrin’iÇanakkaleüzerindentanımlamak, milliyetçilikleümmetçiliği “kombine” edereksunmak, müthişbir “strateji” gibigörünüyor…

Bakalım; birseçimuğrunadahanegibitarihselçarpıtmalaraşahitolacağız?