Ana muhalefet CTP; aslında, geçen yılın Ekim ayında ilk “sinyal”i vermişti…
Tufan Erhürman, gösterişli bir basın toplantısında “İçinden geçtiğimiz süreç, aslında Ocak 22’de başladı” demişti…
CTP için artık ondan öncesi yoktu…
Daha önce yaşananlar, bir kalemde silinmişti…
Ekim 20’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine “dıştan müdahale”ler ve siyasal partilere yönelik “iç işlerimize karışma” süreçleri, gündemin dışına itiliyor ve CTP kendine yeni bir “beyaz sayfa” açıyordu…
Buna; geçmişin üzerine sünger çekmek mi dersiniz?
Dün dündü, bugün bugündür mü dersiniz?
Yoksa; CB seçimleri yaklaşırken AKP’den “kabul” arayışı mı dersiniz?
Ne derseniz deyin; CTP “hükümet olmaya” odaklı yeni bir “politika” belirledi ve bu çerçevede ilerliyor…
“Siyaset dili”ine dikkat ediyor…
Söylemine sürekli “ayar” çekiyor…
Ankara’yı rahatsız edecek ifadeler kullanmıyor…
Hatta Erhürman, eğer Erdoğan Meclis’te konuşacaksa, geçmişte yaptıkları gibi, bu kez “boykot” etmeyeceklerini şimdiden açıkladı.
“Ortada bir problem yok” diye de ekledi…
Öte yandan, CTP’nin “şahin”lerinden biri, “AKP son CB seçimlerinde Tatar’ı destekledi, CTP ‘Niye bizi desteklemiyorsunuz?’ diye AKP’ye sitem etmedi, konu dahi etmedi.” diye yazarak, CTP’nin “masumiyet”ini kanıtlamaya çalışıyor…
Tabii bu yeni “siyasi tavrın” CTP’ye yakışmadığını söyleyenler de var…
“Naaabacan…” diyenler ise az değil…
Gelinen aşamada; Tufan Erhürman’ın Ankara ziyaretini, bu “değişim” stratejisinin bir istasyonu olarak değerlendirmek gerekiyor…
CTP; apaçık biçimde AKP ile ilişkilerini “düzeltmek” istemektedir.
Aslında; Kıbrıs’ın siyasal partileriyle, TC’nin siyasal partileri arasında çok daha “yakından” ve “samimi” bir ilişki düzeni kurulmasının hiç kimseye zararı yoktur.
Yalnızca siyasette değil, hemen her alanda Türkiye’nin kurumlarıyla sağlıklı “iletişim” kanallarına her zaman gereksinim vardır.
Yeter ki bu karşılıklı ilişkiler “saygı” temelli olsun…
“Ast üst” tarzında değil, “eşit düzeyde” olsun…
Ancak; bunu ne yazıktır ki, hiçbir zaman başaramadık… Görmedik, yaşamadık…
Özellikle AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinin ardından, kurduğu “rejim”in gereği olarak iki taraf arasında “asimetrik” bir ilişki düzeni oluştu.
Dayatmacı, buyrukçu, cezalandırıcı, üstten bakan böylesine bir “siyasi tavır” karşısında, bizim “kağıttan kale” demokrasimiz anında yerlere serildi.
“Geçmişte de öyle değil miydi?” denilebilir…
Hayır; öyle değildi…
Müdahaleler de, karışmacılık da “nazik” yöntemlerle yapılırdı…
TC siyasetinde daha “kibar” politikacılar vardı…
“Hoyratlık” henüz siyasetin tüm moleküllerine egemen olmamıştı…
Kıbrıs’a ve Kıbrıslı’ya “bir ölçüye kadar” saygı duyan, iradesine önem veren bir “politik gelenek” söz konusuydu.
“Sakın ha bize benzemeyin” diyen politikacılar bile vardı…
AKP geldi; “bizde ne varsa sizde de aynısı olacaktır” demeye başladı.
Her işe karıştı, siyasette şahıs ve parti tercihlerine göre buradaki “rejim”i formatladı.
Öfkelendi, kin tuttu, ambargo koydu, cezalandırdı…
Kıbrıslı siyasetçi; sağcısı ve solcusuyla bu konularda ortak bir “karşı duruş” sergilemeliydi, kendi öz değerlerimize ortaklaşa sahip çıkabilmeliydi…
Başaramadılar…
Özellikle ülke sağı; AKP’nin biat siyasetine teslim oldu. “Anavatan” hamaseti yeniden zemin kazandı…
Bu küçücük ülkede siyaset, AKP’ye bu kadar “kolay”ca teslim olmamalıydı…
İşte böyle bir ortamda; AKP’nin kapısını çalıyor CTP ve “iletişim” kurmaya çalışıyor…
Yani; “alttan alan” gene bizimkiler oluyor…
Bu noktaya gelinmesi, “büyük” gücün, karşısındakini adeta ezer gibi “tükürdüğünü yalatması” modern değerlerden yoksun, alaturka bir siyasetin sonucudur.
Bundan hem Türkiye halkı çekiyor, hem de biz…
Ne yazıktır ki, AKP tüm bunları bize dayatırken, CHP sustu, hatta Kılıçdaroğlu “milli dava” diyerek Erdoğan’ın Kıbrıs konusundaki “eksen değişikliğine” onay verdi.
Erdoğan gibi o da, milliyetçilerin oylarını devşirmede Kıbrıs’ın “etinden ve sütünden” yararlanmayı denedi…
Şimdi de yeni başkan Özgür Özel aynısını yapıyor…
174 tane “Kıbrıs gazisi” ile AKP’nin kuyruğunda maşrappa olmaya geliyor…
Eskiden olsaydı, buradan bir “davet” ayarlanır, “kibar” biçimde yapılırdı bu işler…
Oysa şimdi Erdoğan Özel’i davet ediyor, o da “Kıbrıs’a giderim, Erdoğan gelme dese de giderim. Sakın gelme dese de giderim” diyor.
Şimdiden, Temmuz hararetini ve hamasetini bizim üzerimizden kullanıma sokuyor…
Dilerim CTP; bu “Erdoğan-Özel” muhabbetinin bize nelere mal olacağının bilincindedir…
Ha… 20 Temmuz günü, öteki tarafta da Hristodulidis’in davetiyle Kıbrıs’a gelecek olan Mitsotakis olacak…
Biri bayram kutlayacak, biri ise acının yıldönümünü anacak…
Keşke; birileri akıl etse de Erdoğan ile Mitsotakis’i ara bölgede buluşturmak mümkün olsa…
Bir tarafın “acı”sının ötekinin “sevinci” olamayacağını birlikte haykırsalar…
Erdoğan’ın sürekli tekrar ettiği altın değerindeki sözü “savaşın kazananı yoktur” buralarda da hayat bulsa…
İşte asıl o zaman 20 Temmuz bir bayram olurdu…