Grup Vitamin’in, parodi kıvamında “absürt” bir şarkısı vardı…

“İllere vor da bize yoh mi?” diyordu…

Bizim gerçeğimizde şu an için “eller” kim?

Araplar, Yahudiler, Ermeniler…

“Biz” kim?

Kıbrıslı’lar… Türkiyeli’ler…

Gerçekten, Türk dış politikası, son zamanlarda “Ellere var da bize yok mu?” dedirtecek bir dönemece girmiş bulunuyor…

Katar’la, Birleşik Arap Emirlikleri ile yılların “husumet”i bir çırpıda “kardeşliğe” dönüştü…

Erdoğan’ın, Çavuşoğlu’nun “Arap kardeşlerimiz” üzerine şiirsel söylemleri duygulara hitap ediyor…

İmzalar atılıyor, Türkiye’ye milyar dolarlık yatırımlar listeleniyor…

Ankara’nın, yıllardır “kanlı bıçaklı” olduğu Prensler’in, Emirler’in, Krallar’ın biri gidip biri geliyor…

“Bana karşı darbe yapmaya kalktılar” denilen Arap büyüklerinin sofralarında “muhabbet”in bini bir para…

Araplarla, bir “normalleşme” ki, sorma gitsin…

Ya Yahudilerle…

“One minute” krizinin ardından tam 13 yıldır; Ankara, İsrail’e demediğini bırakmadı. İsrail; bu süreçte Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile sağlam köprüler kurdu. Yanlarına ABD’yi de alarak “3+1” stratejik ortaklığını oluşturdular. Doğu Akdeniz’de “ortak varlıklarını” hissettirdiler. Türkiye’yi yalnızlaştırdılar. Özellikle Anastasiades ile Netenyahu “siyasi kirlenme”lerini, bu süreçte birbirlerine kol kanat gererek kısmen savuşturdular.

Köprülerin altından çok sular aktı bu süreçte…

Bunca tahribattan, zarar ziyandan sonra ise, Ankara’nın aklı başına geldi… İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, 9-10 Mart’ta Türkiye’ye gelecek…

Böylece İsrail ile de “normalleşme” adımları hızlanacak…

Ancak ne yazıktır ki Türkiye, hem Araplar’ı, hem de İsrail’i, on yıl önce bıraktığı yerde bulamayacak…

Bu ülkelerle “kavgalı” olduğu dönemde, Kıbrıslı Rumlarla Yunanistan hiç boş durmadı. Türkiye kiminle ilişkilerini bozmuşsa, o ülkelerle anlaşmalar yaptı, ilişkilerini geliştirdi.

Artık bu ülkeler üzerinde Erdoğan’ın eski “siyasal ağırlığı” yok… Nitekim; Erdoğan’ın Katar’ı ziyaretinden 2 gün sonra Katar, Güney Lefkoşa’da elçilik açtı. Erdoğan’ın yüz yüze uyarıları hiçbir işe yaramadı ve Katar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tartışmalı sularında ikinci hidrokarbon arama ruhsatını aldı.

Öte yandan İsrail’in de, Araplar gibi Türkiye karşısında, Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini “dengeli” biçimde sürdürmeye özen gösterdiği anlaşılıyor.

İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, 10 Mart’ta Türkiye’ye gidecek ama Lefkoşa ile Atina’yı da gücendirmemek için, Erdoğan’dan hemen önce 24 Şubat’ta Yunanistan’ı ve arkasından da 2 Mart’ta Güney Kıbrıs’ı ziyaret edecek.

İsrail, Mısır, BAE ve Katar’la “normalleşme” var da, Ermenistan ile yok mu?

Türkiye, Ermenistan ile de “tam normalleşme” ve “ön şartsız müzakere” konularında uzlaştı…

Gelelim Kıbrıs’a… Türkiye, bunca “normalleşme” çabaları arasında, Kıbrıs’ta “anormal” adımlar attı…

İmkânsızı talep etmeye başladı. BM’ye adeta meydan okudu. “İki egemen eşit devlet” talebini masaya taşıdı ve görüşmeleri berhava etti.

Rum tarafı yine boş durmadı. “Madem masa artık yok, statükoyu yıkmak için başka bir yol” aradı.

Türk tarafının geçmişte ortaya attığı ve Rum tarafının hep reddettiği “Güven Yaratıcı Önlemler”i revize etti ve geçen Aralık ayında BM Genel Sekreteri’ne sundu.

Rum Cumhurbaşkanı Anastasiades, şahin Dışişleri Bakanı Hristodulides’in yerine Batıcı, NATO’cu Kasulides’i atayarak diplomatik atağa geçti. Kasulides derhal yollara düştü ve kısa zamanda birçok ülke ile birlikte ABD’nin ve AB’nin tam desteğini sağladı.

Öneriler; Kapalı Maraş’ın BM kontrolüne verilmesi karşılığında, Ercan Havaalanı ile Mağusa Limanı’nın BM ve AB denetiminde “legalleşme”sini içeriyor.

Aslında Rum tarafının bu önerilerle ne yapmak istediği çok net…

Birincisi; Maraş’ı Türk tarafının elinden kurtarmak… Ancak akıllıca bir biçimde kendi yönetimine iade edilmesini önermiyor. Bu konuda, dünyada daha çok destek görecek biçimde BM Güvenlik Konseyi kararlarının uygulanmasını talep ediyor.  

İkincisi ise, TC ile tam normalleşme talep ediyor. TC’nin Kıbrıs Cumhuriyeti ile bir AB ülkesi olarak ilişkilerini “normalleştirmesi” zaten 1996’da yürürlüğe giren Ankara Anlaşması Ek Protokolü’nün zorunlu kıldığı bir husustu ve TC bunu yerine getirmiyordu.

Kısacası; Rum tarafının önerilerinin görüşülmesi, Türkiye’nin bu günlerdeki yeni “normalleşme” politikaları ile ve Erdoğan’ın sık sık kullandığı “kazan, kazan” formülü ile tamamen örtüşüyor…

Çözüm görüşmeleri için “tanınma ön şartı” sunan ve masaya oturmayı reddeden Türk tarafı, bu yeni önerileri elinin tersi ile kenara itmek lüksüne sahip değildir.

Tatar ile Ertuğruloğlu’nun her Tanrı’nın günü “hamaset”le yoğurarak reddettikleri bu önerilere; çözüm yanlıları, sendikalar, sivil toplum, toplumsal muhalefet sahip çıkmalı ve sesini yükseltmelidir.

Türk Dışişleri’nin bu konuda Tatar ile Ertuğruloğlu’nun ekibini Ankara’ya çağırarak “kulaklarını çektiği” başkent kulislerinde konuşuluyor.

Sanırım Türkiye, üzerine gelecek yoğun baskıların farkına varmaya başlamıştır.

Hem neden Türkiye, Araplarla, Yahudilerle, Ermenilerle “normalleşirken” Kıbrıslı soydaşlarını dünyaya açacak bir “normalleşme”yi kabul etmesin?

Yoksa Tarkan’ın “Geççek” şarkısı ile mi bozdu aklını bu son günlerde…

Yok… Bizim şarkımız bir başka… Vitamin söylüyor: “Ellere var da bize yoh mi?”