“Birisinin toprağını işgal ediyorsunuz. İşgal etmekle kalmayıp evine el koyuyorsunuz. Yıkıyorsunuz, dışarı atıyorsunuz, sonra bir başkasını getirip oraya koyuyorsunuz ve buna da bir terim buluyorsunuz. “Yerleşimci” diyorsunuz. Bunun adı hırsızlıktır…”
Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın bu sözleri, çok anlamlı…
Sayın Hakan Fidan, müthiş bir “saptama” yapıyor…
“İşgal”e karşı net ve keskin bir “tavır” ortaya koyuyor…
Birisinin toprağını “işgal” etmenin yarattığı “statüko”yu reddediyor…
Hele işgalden sonra birinin “evine el koymayı” hiç kabul etmiyor…
İçinde yaşayanları dışarı atmayı ise hiç onaylamıyor…
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir başkasını getirip oraya koymayı içine sindiremiyor…
Bunun adına “hırsızlık” diyor…
Sayın Fidan’ın ağzından duyduğum, şimdiye kadar Türk dış politikası adına söylenmiş; en doğru, en güzel, en yerinde sözlerden biridir bu…
Bir ülkenin topraklarını işgal etmek…
İnsanların evine el koymak…
Oraya başkalarını yerleştirmek…
Bu “hırsızlığı” Hakan Fidan, yüksek bir sesle haykırıyor ve tüm dünyaya Türkiye’nin “duruşunu” ilan ediyor…
Biz, Kıbrıslılar bunu çok iyi anlıyoruz…
Sayın Hakan Fidan’a da yerden göğe kadar hak veriyoruz…
Gerçek şu ki; Filistin’deki bu durumla, Kıbrıs’ta 1974’ten sonra yaşananlar arasında ciddi benzerlikler bulunuyor…
Kıbrıslı Türkler’in çoğunluğu, 1974’te Türkiye’nin adaya asker çıkarmasını, “müdahale” olarak görüyor…
“Barış Harekatı” olarak görüyor…
Hatta bunun önüne “mutlu” sözcüğünü koyarak “mutlu barış harekatı” diyenler de az değil…
Ancak “dünya” bambaşka bir “terminoloji” kullanıyor Kıbrıs konusunda…
1974’teki savaş; dünyanın hemen tümü tarafından “işgal” ve “istila” olarak adlandırılıyor…
Hepimiz biliyoruz ki, Kıbrıs’ın kuzeyindeki Rumlara ait mallara ve mülklere “devlet” el koymuştur…
Bu “devlet” Rumlara ait evlere “başkalarını” yerleştirmiştir…
Üstüne üstlük kimsenin tanımadığı bu “devlet” ilk kez 1975’te halkın yüzde 99.4’ünün desteğini alan “anayasa” ile bunu aklınca “hukuksal zemin”e oturtmuştur.
Bizim, Kıbrıs’ın kuzeyinde oluşturduğumuz ve dünyanın asla kabul etmediği ve etmeyeceği “hukuk”a göre, Rum evlerine yerleştirdiklerimiz “hak sahibi” olarak anılıyor…
Güneyde evini terk ederek kuzeye göç etmiş “eşdeğer puan” sahibi kişiler…
Anadolu’daki köyünden getirilerek yerleştirilenler…
Süreç içinde “kendigelen”ler…
Siyasilere yaklaşarak “tahsis” alanlar…
Sözümona Kıbrıs’a şu ya da bu biçimde “hizmet etmiş” kişiler…
Bunların hepsi bize göre “hak sahibi…”
Rum malları ise  “kan dökülerek alınan” ganimetler…
Peki daha sonraları ne oldu Kıbrıs’ta?
“Yerleşik”lerin çoğu, 74’te aldıkları Rum topraklarını başkalarına sattılar…
Genellikle Yahudilere, Ruslara, İranlılara…
Sonra buralarda “hırsızlık” mallar üzerinde gökdelenler yükselmeye başladı…
İskele’de yeni bir dünya oluştu…
Orasının kıyıları dolunca, Güzelyurt tarafında yeni kentler oluşmaya başladı…
Peki Rum, bu aleni “yağma”ya uzaktan mı bakacaktı?
Elbette “ciddi” önlemler alacak ve canımızı yakmayı deneyecek…
Geçenlerde İtalya’da tutuklanan avukat, bu alanda yaşayacaklarımızın habercisidir…
Rum mallarının yabancılara satışı konusunda, “Kıbrıs Cumhuriyeti” boş durmamış, yasalarında ciddi değişiklikler yapmıştır.
Şimdi artık; Bu işlere bulaşanları Avrupa çapında kolayca tutuklatmak ve yargı önüne çıkarmak daha daha kolay olacaktır.
Ne yazıktır ki, son yıllarda hükümet edenler her gün büyüyen bu “yağma” karşısında hiçbir önlem almamıştır. Hatta bu “yağma” teşvik edilmiştir.
Oysa; Türk tarafının elinde, AİHM tarafından kendisine sunulmuş “altın bir fırsat” vardı:
“Taşınmaz Mal Komisyonu”
Bu komisyonun etkin biçimde çalıştırılması, tazminatların zamanında ödenmesi ve hızlı karar üretilmesi halinde bu “hırsızlık” mallar “Türk toprağı”na dönüşebilirdi…
Türkiye; aslında Rum mallarının “savaş ganimeti” olmadığını, uluslararası hukuk diye bir şey olduğunu yıllar önce kabul etmiş ve “Taşınmaz Mal Komisyonu” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin “Xenides-Arestis davası”nda vermiş olduğu hükümler uyarınca kurulmuştu.
Bu komisyonun kurulması, Türk tarafının, Rumlara ait malların gerçek sahiplerinin kendileri olduğunu kabul etmek demektir.
Bugüne kadar bu komisyona 7,466 adet başvuru yapılmıştır.
Ancak ne yazıktır ki, Komisyon “ölü hızıyla çalışmaktadır.
Bu yüzden de bugüne kadar ancak 1502 dosya sonuçlanabilmiştir.
Maraş’ın kapalı bölgesi için 486 başvuru halen sonuç beklemektedir.
Bugüne kadar bu komisyon aracılığıyla Rum mal sahiplerine 422 milyon Sterlin tazminat ödenmesine karar verilmiştir.
Ancak ödemeler zamanında yapılmamaktadır.
Üstelik gecikmelerde “Türk Lirası” yüzünden verilen tazminatlar erimektedir.
Bundan dolayı da birçok kişi başvurusunu geri çekmektedir.
Elimizde böylesine bir “olağandışı fırsat” varken, bu “yağma”nın projelerini vergilendirip, Rum mal sahiplerine kaynak yaratmak mümkün iken, yıllarca uyuduk…
Eh… Bunun sonucunda hep beraber “sıra dayağı”na tutulmamız an meselesidir.
İtalya’daki tutuklamanın sonuçlarını ciddi bir endişe ile bekliyorum.