Aslında bol “tiyatro”lu günlerden geçiyoruz…
Salonlar dolup dolup taşıyor, sahnelerden yükselen ana avrat sövgüler, seyirciyi gıdıklıyor…
Bazı belediyeler, yıllar önce nasıl ki “halk dansları”nın fıcırığını çıkarmıştı, şimdi de aynısını “tiyatro” için yapıyor…
İşte böylesi bir ortamda; Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, bu alandaki popüler “kaygı”lara ters biçimde, başka başka ve değeri yüksek “kaygı”larla, bizi ta miladdan öncelere götürdü…
Tuttu; bu toprağın ürünü bir “usta”nın yazdığı şiirleri didik didik taradı ve “hüzün ana”nın gözyaşlarını, kalbimizin ta derinliklerine akıttı…
Aslında; bu “ana toprağa” postallarıyla gelip basanların yarattığı “hüzün” ancak bu kadar ritmik, bu kadar enerjik ve bu kadar şiirsel anlatılabilirdi…
Fikret Demirağ’ın şiirlerini, ritmini ve içeriğini hırpalamadan sahnede bir başka “ses”e dönüştürmek tam da “usta işi” bir projeksiyon oldu…
Yaşar Usta, (Ersoy) ellinci sanat yılında, Fikret Demirağ ile “özdeşleşmiş” duygularını, çizgisini, kaygısını, ölçütlerini sahneye taşırken, tiyatronun asıl gücünü bize bir kez daha anımsattı…
Neymiş tiyatronun asıl gücü?
Şiiri şiirlikten çıkarmadan, tadına su katmadan; çığlığa dönüştürmek, sesle, eko ile müzikle yoğurmak…
Beyinlere ve yüreklere hepsini birden, aynı anda, pimi sevgiyle çekilen bir barış bombası gibi fırlatmak…
Yaşar Usta’nın, Fikret’in şiirlerinden yola çıkarken başardığı şey budur…
Şiiri sahnede bire bir yaşatmak, monotonluğa düşmeden izleyiciyi “pür dikkat” sahneye kilitlemek…
Yaşar Usta bunu; evrensel değerleri baştacı yapan bir sanat anlayışıyla, bu toprağın hamurunu, çamurunu yoğurarak başardı…
Nasıl mı?
Sahnedeki “üç kadın” sayesinde… 
Olgunluk dönemlerinin en verimli aşamasında olan Özgür Oktay’ın, Döndü Özata’nın yanına, Melihat Melis Beşe çok ama çok yakıştı…
Sahnede üç ayrı sesin, üç ayrı gücün, üç ayrı enerjinin “tek”liği; Fikret’in yüreklere gönderdiği “telgraf”ları nakış nakış işledi…
Hep dikkat ederim; Yaşar Usta, bütün sanat yaşamı boyunca “sahne”ye oyun koyarken, elindeki “malzeme”yi ve bu malzemenin sahnedeki “görünürlüğünü” çok iyi kullanıyor…
Özgür Oktay ile Döndü Özata’nın özellikle “ada” oyunundaki harika performanslarından bu yana “bu çifteli gizilgüçten yararlanılmalı” diye düşünürdüm… 
İşte büyük bir ustalıkla bu ikiliyi “üçlü”ye çıkarınca, Özgür’ün harika bir tona sahip “ses”ine alan açınca; Fikret’in şiirleri, kadın sesi ve özgün müzikle birleşerek sahnede destansı bir “tat” oluşturdu…
Bu “tat”, tarihin derinliklerinden yükselirken, sahnede ona eşlik eden başka “ses”ler de katıldı “Hüzün Ana”nın çığlıklarına…
Üç kadının ayak sesleri, ellerindeki asaları yere vururken çıkan ve bir anda bir bando gibi sahne atmosferine egemen olan sesler…
Ve onlara eşlik eden, şairi besleyen tarihsel öğeleri ve imgeleri içinde barındıran “anlamlı” Karpaz vurgulu bir dekor… 
Dekorun içinde, anlatım yükünü şiirin omuzlarına terk etmeyen asalar, ipler, aynalar… 
Bir başına; izlerken yormayan, konsepti kavramanıza yardımcı olan duru renkler, inişler, çıkışlar… 
Özlem Deniz Yetkili, dekor ve kostüm tasarımı ile şiiri ve tarihi, isyanı ve hüznü, görselliğin gücünden yararlanıp harika biçimde harmanladı…
Ya; Kıbrıs Ana Tanrıçası’nın kucağında çocuğuyla sahnede yer alan heykeli…
Bu da Erol Refikoğlu Usta’nın Sevcan Çerkez ile birlikte sahneye damgasını vuran, dekora ve oyunun içeriğine, tarihsel derinliğine yakışan, başarılı bir “sanat, sanat içinde” ürünü…
Sahnedeki “üç kadın” oyunun motorları oldu ama, oyunun direksiyonu gene iki ustanın elindeydi… Pişmiş, oturmuş, olgunluğun doruğunda iki usta sanatçı… Fikret Demirağ’ın eski daktilosunda tek parmakla şiir yazarken çıkardıkları senkronize tempolu seslere kendi seslerini kattıklarında, şiir adeta şaha kalkıyor, sorguluyor, hesap soruyor…
Çığlık çığlığa bir sorgulama, sakin bir yüzleşme ile bütünleşiyor…
“Hüzün ana ve Çocukları” oyununda Fikret’le birlikte çıkılan tarihsel yolculukta illa ki sorgulama ve illa ki yüzleşme ile oyunun “toplumcu” kıvamı öylesine “rafine” bir birliktelik oluşturuyor ki, eminim Fikret Demirağ, yattığı yerde bunu duyumsayacaktır… 
Öte yandan, sahnenin tüm bu “yerli” malzemesinin “harmoni”sine dikkat çekerken, bana göre bir başka “katkı”yı da gözardı etmemek gerekiyor…
O da oyunun özgün müzikleri…
İnal Bilsel adını ilk kez duyuyorum… Bu tür “değerlerimizi” bulup ortaya çıkaran bir başka özelliğini de selamlamak gerekiyor Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun…
Ses, ışık, dekor, kostüm, şiir, tarih, hüzün, isyan, sorgulama…
Oyunun dekorundaki kırık aynalar, ayna karşısında yüzleşme…
Hepsi bu ana “toprağın” değerleri…
Bu “kollektif” çalışmaya emek veren her bir bireyi yürekten kutlarım…