Kıbrıs Cumhuriyeti’nden fırlatılıp atılışımızın üzerinden koskoca 60 yıl geçti. Yaşadıklarımız ve var olmak işin verdiğimiz savaşı hiç hatırlamak istemiyorum. Lakin ben hatırlamak istemesem de, tarih bize o acı dolu günleri hatırlatıyor.
21 Araklık 1963 insanlara neyi hatırlatıyor?
Zaman zaman Halkın Sesi arkasından dolanarak Dr. Fazıl Küçük Vakfının toplantılarına gittiğimde, orada yatan bütün şehitlerimizin mezarları sıra sıra dizilmiş, sanki bize o acı dolu günleri hatırlatıyorlar.
O günleri görenler çok iyi hatırlayacaklar...
Rumlar silahlarını bize çevirdiklerinde bizim TMT de çanaklarından silahlarını çıkarmışlar ve kontrolumuzda olan tabyalarda mevzilenmişlerdi. Esasında Lefkoşa kenti bir pasta gibi bölünmüştü.
Allah’ın bir kararıydı sanki o yılın yağmurlu geçmesi. O günlerde yağan yağmur suları oluk oluk damlardan ve yollardan akıp gidiyordu. Mücahitlerimiz parkalarını giymişler, sıra sıra nöbet tutuyorlar ve karanlıklara kurşun sıkıyorlardı. O zor günlerde cepheleri tutmak yürek isterdi.
Lefkoşa’nın bölünmüşlüğü, Aykasyano’dan başlayıp, ta Çetinkaya tabyasına kadar uzanıyordu. Birleşmiş Milletler o hatta yeşil hat demişlerdi, haritada yeşil çizgi ile çizildiği için.
O günler, herkesin herşeyi severek paylaştığı görevler süreciydi. Dr. Küçük’le gündüz Özel Kalem’de, gece de nöbet için bölükteydim. Hani paylaşmak dediğimiz şey.
Rumların masum kardeşlerimizi sokaklardan toplayıp katlettikleri bir zamanın başlangıcındaydık. Zavallı Türk köylüler köyden topladıkları ürününü satmak ve Pazar yerine getirmek için Mağusa Kapısı’da büyük kuyruklar halinde saatlerce EOKA’cılar tarafından durduruluyor ve işkence görüyorlardı. Türk bölgesine yeşil sebze ve meyvanın girmesi ne mümkündü?
örtülü kadınlarımızın çarşafları yırtılıyor, üzerlerindeki paraları ve ziynet eşyaları alınıyordu. Tabii ki direnenler de işkence görüyordu.
İşte o günlerde Kaymaklı’daki Türk mezarlığına gitmek imkansız hale gelince, mecburen şehitlerimizi Tekke Bahçesi’ndeki boş araziye gömmek zorunda kalıyorduk. Cepheden gelen şehitler tanınmayacak haldeydi. O şehitlerin gömülmesinde bizzat görev alan bir mücahit olarak acının daniskasını yaşamıştım.
Rumlar Kumsal’da baskın düzenlediklerinde Türk Alayı’nda görevli Binbaşı İlhan’ın eşi ve üç çocuğu banyoda EOKA’cılar tarafından öldürülmüşlerdi. Banyo küvetinde katledilen anne ve çocukların resmi, bütün dünyaya dağıtılmıştı.
Öte taraftan EOKA’cılar Küçükkaymaklı’ya da baskın düzenlemişlerdi. O EOKA’cıların başında Nikos Samson vardı.
Bütün Türk evlerini yakıp yıkmışlardı. Hatta Nikos Samson eline geçirdiği Türk bayrağını basına göstererek kendi gazetelerinde yayınlamış ve o resmin altına şöyle yazmışlardı, Türk askerine seslenerek.
“Cesursan gel al” demişti.
Türk askeri tam on bir yıl sonra gelip bizi kurtarmış ve o Türk bayrağını geri almıştı. Türk askerinin verediği mesaj da şöyleydi.
“Cesurum. Geldim ve bayrağımı aldım.”
Nitekim on bir yıl gettolarda yaşadık. O on bir yıllık dönemde binlerce olay ve acılı zamanlar olmuştu.
O on bir yılın sonunda Rumlar kendi kayıplarının peşine düşmüştü. Yüzlerce yavrumuz babasız büyüdüler. Hatta 60 yıl sonra bile kayıp Türklerin kemikleri toprak altından çıkmış ve hala çıkmaktadır.
Türk askeri özgürlük hattını çekince ve Rumlardan kalma ganimet mallar, gerçekten bir merhem gibi yaralarımızın sarılmasına vesile olmuştu.
Denktaş Bey bir gün bana şöyle demişti.
“Benim cefakar ve vefakar halkıma bir Kıbrıs değil, bin Kıbrıs versem azdır.”
O’nun bu sözleri, veciz bir söz olarak tarihin sayfalarına düşmüştür.
Hala bunca yaşanmışlıkları unutanlar, “Birleşik Kıbrıs” sevdası ile yanıp tutuşuyorlar. Sanki hiçbir şey olmamış gibi nasıl unuturlar bunca yaşanan acıları ve kaybolan insanlarımızı. Sanki birleşince başımız göğe değecek. Rum, 60 yıl önce bıraktığımız aynı Rumdur. Düşman aynı düşmandır. Onlar zamana oynuyorlar. Şu veya bu nedenle görüşmeleri dinamitleyerek federasyon tezini ortaya atıyorlar.
Şayet bütün kapılar zorlanmışsa ve bir sonuç elde edilmemişse, artık yeni argümanla kendimize bir yol çizmek durumundayız.
1963 olaylarında 6 yaşında olan Cumhurbaşkanımız Ersin Tatar’ın ortaya koyduğu en gerçekçi çözüm de, herhalde yan yana iki eşit ve egemen devlet formülündedir. O altı yaşındaki çocuk bile yaşlanmaya başladı. Ersin Tatar’ın bütün hayatı, dedesi Cemal Müftüzade ve babası Rüstem Tatar’dan işittiği acı dolu günlerle geçti.
Arkada bıraktığımız 60 yılın muhasebesini yaparak ve geleceğimiz iyi analiz ederek devletimize sahip çıkmamız lazım. Gerçekleri bütün dünyanın suratına haykırmaya devam ediyoruz.
Elbet bir gün devletimiz de tanınacak ve bir kere daha bu adada kan akmayacaktı.
Hal böyle iken, 1963 olaylarının bu 60’ncı yılında gerçekleri ve geleceğimizi konuşarak ve haykırarak, bakışlarımızı kuzeye, Anadolu’ya çevirmeliyiz ki öyle yapıyoruz, ona göre ufkumuzda açılan görüntüde Türkiye vardır. “Türkün dostunun yalnız Türk olduğunu” bilerek bu yolda yürümemiz şarttır.
O nedenle arkamda bırakmış olduğum acı dolu 60 yılı hatırlamak istemiyorum.